Balıkesir’de Büyükşehir Manisa gibi. Aman büyüdük de başımız göğe erdi.

Büyükşehir olan her yerde köyler mahalle diye anılıyor tanımlanıyor. Ne kadar komik değil mi? ‘Küçükköy Mahallesi.’ Bana delikanlı denmesi gibi. Ama köy, daha sevecen sıcak, daha anlamlı, daha nostaljik. Köyden bozma mahallede yaşayanlara mahalleli milletin efendisi demeyeceğiz. Atatürk’ün izindeyiz. 

 Neyse.

 Geçen hafta Küçükköy’den bahsetmiştim. İşte bu köyden çıktıktan sonra Ayvalık’ta, rezerve ettiğimiz otele yerleştik. Otel işletmecileri ve sahipleri tanıdık; eşi Neslihan Hanım ingilizce öğretmeni ve annesi Selimşahlı (köy/ mahalle ikisi de değil belde, bunlarda mahalle oldu) babası Akhisarlı, Neslihan Hanım, Ankara’da öğretmenlik yapıyor, eşi dinamik iş insanı, yatırımcı, müteşebbis Kemal Bey. Satın almışlar oteli, bu sezon açılışı yapmışlar tüm mefruşat ve odaları kendileri yerleştirip dizayn etmişler. Önlerindeki Çam ağaçlarıyla, muhteşem masmavi denize sıfır manzarasıyla adını, birleştirip “MAVİ ÇAM OTELİ” koymuşlar.

Klasik Türk Müziği eşliğinde sunulan akşam ana yemeğimiz balıktı. Önce çorba geldi kavrulmuş küp parça ekmeğiyle. Balıktan önce çorba nasıl olur acaba diyenler bir tas daha istediler. Balık nefisti. Yıllar önce Rahmetli Kazancı Vedat (Vedat Hürsan) Ağabey bir anısını anlatmıştı. Yine buralara yakın Şakran’da deniz kıyısında salaş bi restoranda nefis bir balık yemişler ustadan tarif istemişler usta, “Bunu yiyecekseniz buraya geleceksiniz” demiş.

Konaklama, ağırlama, yemekler, hizmet bilhassa kendilerinin hazırladıkları ev ürünü kahvaltısı her şeyiyle harika. Diğer otellerde olduğu gibi tabaklar doldurulup sonradan yenmeyen hiçbir şey yok. Herkesin tabağını bitirdiğini gördüm. Kahvaltıdan sonra bahçede denize karşı içtiğimiz hesapsız çay kahveden sonra Ayvalık Turumuz için öğleye doğru otelden ayrıldık. Ayrıldık ama sanki gurbete gider gibiydik, onlar bizden biz onlardan el kol sallayarak zor ayrıldık.

Ayvalık şurası deyip seyahatten önemsemediğim ve Manisa’ya yakın olduğu için her an gidebilirim diyerek tatilden saymadığım bir yer gözüyle bakıyordum Ayvalık’a. 

Çamlık bölgesiymiş otelin önündeki şehrin merkezine doğru gittiğimiz İnönü Caddesi. Sanki Caddebostan, Sanki Arnavutköy, Bebek, Emirgan boğaz yolundaymışız gibi. Aman yarabbim evlerin güzelliği, köşklerin zarifliği, bahçelerinin yeşilliği, önlerindeki körfez, İstanbul Boğazı. Bi farkla karşı yakası Cunda Adası. Muhteşem, yahu insanın ömrü uzar burada.  Kim ölmek ister ki?     

Bir rehber eşliğinde Ayvalık’ın eski sokaklarına, hiç bozulmamış eski taş evlerinden oluşan dokusuna, kentsel sit alanına girdik. Kapısının marangoz işçiliği, yetmezmiş gibi demirci ustası da maharetini göstermiş. Usta, pencerelere taş söveleri koyarken pencere korkuluklarına saksı çiçekleri konulabilsin diye demirci ustası da yine yapmış yapacağını. Onun fotoğrafı, bunun hayatı, şunun kapısı sapı, pencere kanadı, merdivenin basamağı, duvarında sarkan Kıbrıs Yasemininin kokusu, katlı güllerinin ebrulusu. Yüzlerinde tebessüm ile her biri buyrun der gibiler.

O kadar kendimi kaptırmışım ki, mübadelede gitmemiş rum komşulardan biri: Taş sövelerle çerçevelenmiş, ebruli sardunyaların arasında pencereden sarkarken, göğsünü perde ile örten, komşularına yarım yamalak türkçesiyle "Kuzüm bu aksam Dimitri'nin kazinosunda kızım Maria sarkı söyleycek" diyen Rum kadınının kulağa hoş gelen şivesiyle, işveli sesini duyar gibi dönüp arkasına bakıyor insan.

  Mutsuz ülkemizde mutlu yüzler.

 Pastel renkli, kültürlerini yansıtan hepsi de taş evler.

 Kimler gelmiş kimler geçmiş her gelip gidenden izler.

 Daracık gölge olsun diye sokaklar, komşuluklar.

 Evinden çıkan neredeyse karşı eve girecek gibi yakınlıklar.

 Başım döndü bir oraya bir buraya, hayran bakışlar.

 Gez dolaş, gir çık bitmedi anam bitmedi. Oturdum oracıkta bir basamağa, bakmaya başladım soluma sağıma. Sokağın derinliğine, uzaklara. Fotoğraf yetiştiremedim çekmeye. Aklımda tarih, komşuluklar özlemimde. Bizimki de hayat mı? Ellerimizde telefonlar. Umursamaz işgüzar tavırlar. Gel gör anam babam çok gezenler bilirmiş bir de çok görenler. Bundan sonra işin ne? Dedim kendi kendime. Malûlen emekli olduktan sonra! Kime ne?

Biraz daha geniş sokağı, yeme içme mekanları olmuş. Hemen hemen hepsi ahşap sandalyeli masalı. Asma bitkiler sokağın üstünde koyu gölge bu masalarda. Biri geldi yanıma şaşkın bakışlarımdan anlamış olmalı. Başladık sohbete aşağıdan yukarı. Yahu dedim görmemişim Ayvalığın bu yüzünü. Abi dedi bu kadar değil işaret ederken parmağında kocaman yüzüğü. “Şuradan gir kaybolursun. Ama Ayvalık’ı tanırsın. Bir gün yetmez yine gelmek istersin.”

Vallahi gitmek istemiyorum ki, geleyim.