Budapeşte kent merkezine geldiğimiz andan itibaren kendimizi adeta bir müze kentin göbeğinde bulduk. Budapeşte Franz List Havaalanından E100 ya da E200 otobüsleriyle kent merkezine ulaşılabiliyor. Bu şehir otobüsü ücreti kişi başı 900 HUF (yaklaşık 30 TL), özel shuttle da var onların fiyatları daha yüksek. E 100 bizi kentin tam merkezi sayılan Ferenc Ter’de (Franz meydanı) bıraktı.
Ferenc Ter Ankara’nın Kızılay’ı, İstanbul’un Taksim’i gibi en merkezi bir yer. Etrafımızdaki binalara baktıkça şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz. Sanırsınız ki bu binalar saray, otel, devlet binası falan. Yok! Hayır öyle değil, sıradan apartmanlar, altlarında market, turizm ofisi, Telekom bayii, dönerci gibi işyerleri var üst katlarda sıradan insanlar yaşıyorlar. Binaların dördüncü, beşinci katlarından itibaren çatı katları başlıyor ve pencerelerin aralarında heykeller var, çatıda daha kocaman heykeller. Sanki apartman değil anıt bina. Boşuna Budapeşte’ye müze kent dememişler. Ferenc Ter’e açılan caddeler, Bulvarlar, diğer meydanlar hep bu anıtsal binalardan dolu. Hava alanından gelirken ve, Tirenle Viyana ve Estergon’a seyahat ederken gördük ki; kent merkezinden uzaklaşıp kenar semtlere doğru gidildiğinde, daha mütevazı yapıları ve Sovyet döneminden kalma sevimsiz sosyal konutları görüyorsunuz.
Ferenc Ter’den yürüme mesafesinde ünlü Aziz Stefan Bazilikasını görüyorsunuz. Muhteşem bir yapı, içerideki tezyinata bakmaktan kendinizi alamıyorsunuz. İkonalar, heykelcikler, ahşap oymalar görülmeye değer. Kilisenin orgunun Avrupa’nın ikinci büyük orgu olduğu söyleniyor. Geçmişte Franz List de çalmış o orgu. Bazı günler konserler oluyormuş ama ücretleri de ucuz sayılmaz. Kilise müziği ilgimizi çekmediğinden ilgilenmedik.
Bazilikadan aşağı doğru inen yaya yolunda sağlı sollu mağazalar ve yiyecek, içecek dükkanları var. Ünlü sokak lezzeti Langosh dükkanı da orada. Biraz daha aşağı Tuna’ya doğru yürüdüğünüzde ünlü alışveriş caddesi Vaci Utca’ya varıyorsunuz. Utca geniş cadde anlamında küçük sokaklara uti diyorlar. Bulvarların adı da köröt. Kaldığımız otel Ferenç körüt’ün arkasında angyal utca’daydı, şirin ve temiz bir otel. Bu tür seyahatlerde bizim aradığımız yıldız sayısından ziyade temizlik ve iyi bir kahvaltı olur. Kahvaltısı kusursuzdu, ne ararsan vardı. Ancak sucuk, salam, sosis gibi şarküteri ürünleri hepsi domuz eti olduğundan yiyemedik. İlk gün bu durumu iletince baktık ertesi günü hindi jambonu koymuşlar. Zaten kahvaltıda çok fazla şarküteri düşkünlüğümüz olmadığı için çok da önemsememiştik. Birkaç çeşit yumurta, peynirler, domates, salatalık, meyveler, çörekler, çeşit, çeşit ekmekler, reçeller olduktan sonra başka şey zaten aranmıyor.
Budapeşte kartımız olduğu için her sabah erkenden yola çıkıp 4-6 tramvayına binip belli meydanlarda aktarma yapmak suretiyle birçok yere ulaşabildik. Aslında yürümeyi seviyoruz, gezilecek, görülecek yerler, müzeler kalabalık meydanlar hepsi birbirine birkaç km mesafede en fazla yarım saatte birinden diğerine ulaşırsınız ama tabi günler sayılı olduğu için zamanı yürüyerek geçirmek istemedik.
Kahramanlar meydanı Budapeşte’ye her gelenin uğrak yeri. Etrafında müzeler de var. Her gelen de fotoğraf çektirmeden dönmüyor, biz de eksik kalmadık tabi ki. Hemen meydanın bir köşesinde tarih müzesi var. Hakkıyla gezmek için en az iki, üç saat ayırmanız lazım. Kahramanlar meydanı arkasında büyükçe bir park var. Parkın bir tarafında tarım müzesi vardı kapanmaya yakın olduğundan gezemedik.
Park çok geniş bir alana yayılmış, yürüyüş parkurları, spor alanları, müzeler, seyir kulesi, çocuklara yönelim macera kulesi gibi mekanlar, şık restoranlar ve kafeler gibi birçok mekan da var. Hani birileri yeni öğrenmişler millet bahçesi diyorlar ya! Gelsinler buraları görsünler. Fazla da uzağa gitmeye gerek yok canım, Ankara Gençlik Parkını, İstanbul Gülhane Parkını, İzmir eski fuar alanı kültürparkı görseler bile yeterdi. Öyle, Atatürk’ün adını taşıyan havaalanını yerle bir edip millet bahçesi yapacağız demekle, ya da Kamil Ocak adını taşıyan yılların Gaziantep stadını yıkıp millet bahçesi yapmakla bu işler olmuyor. Hele, hele dinazorlara trilyonlar yatırıp milletin parasını sokağa dökmekle hiç olmuyor.
Budapeşte müze kent dedik, sokaklar, caddeler, parklar, hatta söylediğim gibi apartmanlar her yer sanat eserleriyle, heykellerle dolu. Sadece caddeleri bulvarları bile gezseniz keyif alırsınız. Öyle blog yazarlarının, ya da seyahat acentelerinin tur satmak için söyledikleri gibi Budapeşte’ye iki üç gün yetmez. En az bir hafta on gün sindire sindire gezeceksiniz.
Bizim eksiklerimiz kaldı. Örneğin bir Çigan gecesi izleyemedik. Nedeni bize tavsiye edilen bu işi hakkıyla yapan yer tadilattaymış. Acentelerin götürdükleri yerler ise para tuzağı dandik yerlermiş. Tıpkı Türkiye’de Türk gecesi adı altında turistleri götürdükleri uyduruk yerler gibi. Müzelerden de eksik kalanlar oldu. Budapeşte yakınlarındaki Osmanlı izleri taşıyan kasabalara da gidemedik. Mohaç’a gidemedik bir hayli uzaktaydı. Günübirlik zaten gidilmez en az bir gece orada geçireceksin.
Neyse ki Estergon kalesini gördük, onu da bir sonraki yazımda paylaşacağım.
Kalın sağlıcakla…