Önceki hafta sonu 60 yıl önce ilk kez tanıdığımız, can dostlarımız, kardeşten öte sınıf arkadaşlarımız, eşleri ve hatta torunlarıyla iki gece bir aradaydık. 60 yıl içinde otuza yakın arkadaşımızı yitirmişiz.
Yurt dışında yaşayan iş ve bilim insanları, mazereti ve sağlık sorunları olanlar dışında tam 32 arkadaş, çoğumuzun eşleri 60 kişiye yakın büyük bir aileydik. Çoğumuz fasılalarla da olsa bir araya gelebiliyorduk, ama mezuniyetimizden bu yana ilk kez gördüklerimiz de vardı. Sürprizler de oldu, biri Los Angeles diğeri de Almanya Aachen’den gelenler. İkisini de 50 küsur sene sonra ilk kez görüyordum. İki gün boyunca çocukluğumuza, ergenliğimize döndük gönlümüzce hasret giderdik. Eşlerimiz de hemen kaynaştılar.
Dile kolay tam 60 yıl… 65 yılı Eylül ayında, ılık bir Pazar günü asker ocağına teslim olur gibi yatağını, bavulunu, dengini sırtlayan ziraat fakültesi yanındaki ağaçlı yoldan geliyordu. İzmir’den ve yakın yerlerden gelenler daha şanslıydılar. En azından, aileleri yanlarındaydı. Aracı olanlar zaten çocuklarını bırakmaya gelmişlerdi. Ben de o şanslılardandım, bizim arabamız yoktu ama kim olduğunu hatırlamadığım bir araçla getirmişlerdi beni. Annem de İzmir kız lisesinde yatılı okuduğu için deneyimliydi. Elbise, ayakkabı fırçası, diş macunu, fırçası, kolonya gibi eşyaları koymak için bezden cepli bir bir düzenleyici dikmişti. Eskiden nevresim yoktu, yorgan çarşafları dikilirdi ama annem onların düğmelisini dikmişti. Beni yerleştirdiler döndüler.
Hepimiz daha 11 yaşında ana kuzusuyduk, kendinden emin ayağı yere daha sağlam basanlar olduğu gibi, akşam yatağa yattığında gizlice ağlayanlar da olurdu. Homesick denilen evden ayrı kaldığı için psikolojik bunalıma girenler de vardı. Benim ranzamın üstünde yatan arkadaşım da bebekken çok beşikte sallanmış, sağa sola sallanmadan uyuyamazdı. O şimdi koskoca profesör binlerce hasta iyileştirdi, yüzlerce hekim yetiştirdi. Neyse ki çoğumuz çabuk alıştık. Yatakhane ve mütalaa abilerimiz bizim oryantasyonumuzda çok emek verdiler. Yemekhane abilerimiz de pısırıklıktan karavanadan yemeğini alamayarak aç kalan arkadaşlarımıza kol kanat gerdiler, onlar da haklarını aramayı öğrendiler.
Çok farklı, çevrelerden, kültürlerden hatta inançlardan gelen arkadaşlarımız oldu ama kimse kimsenin, örfünü, adetini, davranış biçimini, kimliğini, inancını sorgulamadan 7 senemizi geçirdik. Mezun olup okulumuzdan ayrıldığımızda artık hepimiz aynıydık, demokrasiye, hürriyetlere, adalete, hukukun üstünlüğüne, toplumsal barışa ve kardeşliğe inanmış, fikri hür, irfanı hür, hoşgörülü vatansever bire birey ve daima ileriye bakan yurttaşlardık. İçimizden farklı siyasi görüşlerde siyasetçiler de çıktı, milletvekilleri, bakanlar, Belediye başkanları, genel başkanlar ama hiçbiri bu saydığım temel ilkelerden taviz vermediler.
Buluşmamızda bir gece de topluca eğlendik, o gün takdim konuşmasını yapmak da bana nasip oldu. Aramızdan ayrılan arkadaşlarımızı anarken duygulandım, gözlerim doldu, kelimeler boğazımda düğümlendi. Mikrofonu hemen yanımdaki arkadaşa verdim. Masama döndüğümde arkadaşlar takıldı. Sen kürsülerde binlerce kişiye nutuk atmış hatipsin nasıl oldu böyle diye sordular. Kolay değil 11 yaşımızdan 18-19 yaşımıza kadar aynı yerde yatıp uyumuş, aynı yerde yemiş içmiş, çalışmış, kederde, tasada, kıvançta bir olmuş, her şeyimizi paylaşmıştık.
Bu buluşmaya katılamayan bir arkadaşımız daha vardı. Elverdiğince her buluşmaya katılan bu arkadaşımız hiç mazeretsiz katılmaması herkesin aklına acaba hasta mı sorusunu getirdi. Meğerse bizim de göğsümüzü kabartacak, gururlandıracak bir ödülün takdim töreni için katılmamış. Ödülü veren kuruluş da törenden önce açıklanmaması ricasında bulunmuş o yüzden de mazeretini beyan edememiş.
Arkadaşımız Mehmet Şükrü Sever bugüne kadar hem yurt içinde hem de yurt dışında birçok ödül almıştı ama bu ödül tıp bilimi için hem çok önemli ve anlamlı hem de hayat kurtaran ve insanlığa büyük bir hizmet sağlayan bir başarı öyküsünün sonucuydu.
Mehmet, Antalya’nın Manavgat ilçesinde ilkokulda parlak bir öğrenci. Babası berber dükkanı olan bir küçük esnaf, evladını kolejlerde okutabilecek imkana sahip değil. Mehmet devlet parasız yatılı sınavlarına hazırlanıyor ve yüksek puanla kazanıyor ve İzmir Kolejine kaydoluyor Zira İzmir Koleji dönemin en iyi eğitim veren okulu ve oraya sadece yüksek puan alanlar girebiliyor. Düşük puanla kazananlar ise başka okullara yerleştiriliyor. Mehmet evinden ailesinden çok uzakta sadece sömestre tatilinde bazen de dini bayramlarda eve gidebiliyor. Kendini sadece derslerine veren sessiz, sakin bir çocuk.
Okulu bitirince Cerrahpaşa da tıp eğitimine başlıyor, başarıyla bitiriyor, yüksek ihtisası da tamamlayıp nefrolog oluyor. Kısa zamanda, doçentliğini profesörlüğünü alıyor. 17 ağustos depreminde onu hekimlerin kurtarma takımının başına getiriyorlar. Zira malum depremler ve doğal afetler sonucu ezilme vakalarında en fazla ölüm böbrek yetmezliğinden oluyor. Günlerce çadırlarda ve hastanelerde bu vakaları tedavi edip kontrol altında tutuyorlar ve belki de dünyanın en büyük veri tabanını oluşturuyorlar. Bu verileri yıllarca analiz edip yeni vakalarda yeni kurtarıcı tedavi yöntemlerini bulmaya çalışıyorlar. Deprem ülkesi olan Türkiye’de her yeni vakada veri tabanını geliştiriyorlar ve Bingöl depreminde böbrek yetmezliğinden hiçbir kaybın yaşanmaması en büyük başarıları oluyor. Uluslararası sağlık örgütleri bu veri tabanını kullanarak bir rehber hazırlamalarını arkadaşımız ve ekibinden istiyor. 5 yıl süren titiz bir çalışma sonucu bu rehber hazırlanıyor ve neredeyse tüm dünya dillerine çevrilerek bu vakalarda kullanılıyor. Bu dünya çapındaki başarı Dr. Nejat Eczacıbaşı Vakfının da gözünden kaçmıyor ve bu büyük ödülü arkadaşımıza layık görüyor. Tabi bizleri de gururlandırıyor.
Prof. Dr. Mehmet Şükrü Sever hem özel röportajında hem de ödül töreninde yaptığı konuşmasında hem mayasının İzmir Kolejinde yoğrulduğundan söz ediyor hem de Cumhuriyet’e vurgu yapıyordu. “Cumhuriyet olmasaydı babasının imkanlarıyla bu kadar iyi bir eğitim alamayacağını ve bu ödülü alamayacağını söylüyordu. Onu dinlerken merhum Demirel’in İslamköy’deki külliyesinin açılış törenindeki konuşması kulaklarımda çınladı:
“İki odalı kerpiç evde dünyaya geldim, orada büyüdüm, ilkokula gidebilmek için karda, kışta kilometrelerce yol yürüdüm. Isparta’da lise yoktu Afyon lisesinde parasız yatılı okudum, İstanbul Teknik Üniversitesini kazandım. Babam benden başka okuttuğu iki erkek evladının daha olduğunu, İstanbul’a para yollamaya imkanları yetişmeyeceğini söyleyince çobanlık yaptım para biriktirdim öyle okudum. Bütün bunlar Cumhuriyet sayesindedir, Cumhuriyet olmasaydı İslamköylü fukara Süleyman Cumhurbaşkanı olabilir miydi? Cumhuriyet nedir diye sorarsanız? Cumhuriyet benim işte.” Demirel’in üniversite yıllarında lise talebelerine matematik, fizik dersi verdiğini de ben biliyorum.
Cumhuriyet İslamköylü Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’dir, Mardin Savur’lu Aziz Sancar’dır, Manavgatlı Mehmet Sever’dir. Cumhuriyetimizi koruyalım kollayalım, Cumhuriyet düşmanlarına ülkemizi bölmek isteyenlere aman vermeyelim, uyanık olalım birlik ve bütünlüğümüze şartlar ne olursa olsun sahip çıkalım.
Kalın sağlıcakla...