Carl Gustav Jung, insanın kendinde kabul etmekte zorlandığı karanlık yönüne “gölge arketipi” adını verir.

Persona (maske), olmayı arzu ettiğin ve dünyanın sende görmesini istediğin tarafınsa; gölge, bunun tam zıttıdır.

Gölge arketipi, bilinçdışının bir parçasıdır ve bastırılmış fikirlerden, içgüdülerden, dürtülerden, zayıflıklardan, arzular ile toplumca kabul görmeyen eğilimlerden ve utanç verici korkulardan oluşur. Bu yön, insan doğasının vahşi, karmaşık ve bilinmeyen karanlık yüzüdür. Ve çoğu zaman gözden kaçsa da çok güçlü bir yaratıcı enerjiye sahiptir.

Hepimiz kendimizi “iyi” biri olarak tanımlamaya meyilliyizdir. Kibar, sabırlı, anlayışlı, fedakâr… Ama peki ya öfkemiz? Haset duygumuz? Kıskançlık, kırgınlık, küçük düşürme arzusu? Bunlar nereye gidiyor? Çoğu zaman bu duyguları bastırıyor, görmezden geliyor ya da başkalarına yansıtıyoruz. Oysa gölgeyle yüzleşmek; bu yönleri tanımak, sahiplenmek ve dönüştürmek demektir.

Jung’un şu sözü burada bir işaret fişeği gibidir:

“Hiçbir ağaç, yukarıda bulunan cennete ulaşamaz, kökleri toprağın derinlerindeki cehenneme inmedikçe.”

Gerçek gelişim, yalnızca “iyi” yönlerimizi parlatmakla değil, karanlık tarafımızı da kabul etmekle mümkündür. Köklerimiz ne kadar derindeyse, gökyüzüne uzanma ihtimalimiz o kadar artar. Ruhsal büyüme; ışık kadar karanlığı da içerir.

Gölgeyle tanışmak kolay değildir. Çünkü yüzleştiğin şey yalnızca bir duygu değil, kendine ait sandığın kimliğe bir tehdit gibidir. Ancak gölgeyle dostluk kurabilen kişi, gerçek anlamda içsel bir bütünlüğe ulaşabilir. Bu yüzleşme; yaratıcılığı artırır, ilişkileri derinleştirir, özgürlüğü ve yaşam enerjisini çoğaltır.

Belki bu hafta, aynaya baktığında yalnızca yüzünü değil, arkandaki gölgeyi de görmeye niyet edersin. Onu bastırmadan, yargılamadan, sadece “orada” olduğunu kabul ederek… Çünkü bazen iyileşmenin ilk adımı, sadece görmektir.

Merhaba gölge yanım, seni fark ediyorum.