İlk kez Carl Gustav Jung tarafından isimlendirilen arketipler, kolektif bilinçdışımızdan gelir.

Geçmişte ya da şimdi yaşamış tüm toplumların ortak bilgi ve deneyim aktarımına kolektif bilinç denir. Arketipler ise, kalıtsal eğilimler doğrultusunda bireylerin hayatına rehberlik eden, yoğun duygusal öğeler ve enerjiler taşıyan evrensel düşünce kalıplarıdır.

Örneğin: anne, baba, çocuk, kahraman, gölge, bilge yaşlı kadın, dost, eş gibi figürler tüm insanlıkta benzer çağrışımlar yaratır.

Bu evrensel kimlik izleri, doğduğumuz andan itibaren bizi şekillendirir. Ancak modern hayatın hızlı dönüşümleri ve toplumsal rollerin çatışması, bu arketiplerin içimizde yarattığı sesleri bastırmamıza neden olabiliyor. İşte bu noktada kimlik karmaşası devreye giriyor.

Ben de bu karmaşayı kendi hayatımda deneyimledim. Oğullarımla sadece anne-çocuk ilişkisi kurmakla yetinmek istemedim. Aldığım eğitimleri onlara da aktarmak, onların gelişimine katkı sağlamak istedim. Zihnimdeki “öğretmen” kimliği, anneliğimin yanına yerleşmek istedi. Ancak ne zaman bu yönümle yaklaşsam, her ikisinden de reddedildim.

Bu durum beni derinden sarstı. Onca eğitim, onca emek... Kendi çocuklarıma bile aktaramıyorsam, nerede yanlış yapmıştım? Suçu önce kendimde aradım. Belki doğru anlatamamıştım, belki yeterince sabırlı olamamıştım.

Ama zamanla ve araştırmalarla fark ettim ki, çocuklarım beni sadece anneleri olarak görmek istiyordu. Onlar için zaten öğretmenleri vardı; benden ise sadece koşulsuz sevgiyi, şefkati ve güveni bekliyorlardı.

O anda anladım: Her arketipin, her kimliğin bir yeri, bir zamanı vardı. Tüm kimliklerimi her ortamda ve herkese aynı şekilde yansıtamazdım. Bu farkındalık, kimlik çatışmamı hafifletmeye başladı.

Peki, kendi içimizde hangi kimlikler çatışıyor?

Bazen “iyi anne” kimliğiyle “birey olma” arzumuz çarpışıyor. Hem fedakâr olmak istiyoruz, hem de kendimiz için bir şeyler yapmak. “Sorumlu yetişkin” yanımız sürekli kontrol isterken, içimizdeki “özgür çocuk” sadece anı yaşamak istiyor. Topluma “güçlü ve başarılı” bir imaj çizerken, içimizde aslında yorgun, kırılgan ve desteğe ihtiyaç duyan bir ses yankılanıyor.

Bu kimlikler zaman zaman birbirine üstün gelmeye çalışıyor. Oysa hepsi bizim bir parçamız. Sorun, kimliğimizi tek bir role sıkıştırmakta ya da hepsini aynı anda yaşamak istemekte gizli. Kim olduğumuzu anlamaya çalışırken, kendimize şu soruyu sormalıyız: “Ben gerçekten kimim ve bu kimliği kim için taşıyorum?”

Peki ne yapabiliriz? Kimliklerimizi nasıl bütünleyebilir, içimizdeki sesleri nasıl dengeleyebiliriz?

İlk adım: fark etmek. Hangi kimliği nerede, kimin için üstleniyoruz? Bu rol bizi besliyor mu, yoksa tüketiyor mu? Kendimize dürüstçe bu soruları sormak, içsel keşfin kapısını aralar.

İkinci adım: izin vermek. Tüm kimliklerimize var olma izni vermek... Bazen sadece anne, bazen sadece öğrenci, bazen sadece yorgun bir insan olmaya alan tanımak. Her halimizle kendimizi kabul ettiğimizde, başkalarından da anlayış beklemek daha anlamlı hale gelir.

Ve üçüncü adım: denge kurmak. Tüm bu kimliklerin aynı anda değil, ama uygun zamanlarda var olabileceğini bilmek... Öğretmenliğimizi çocuklarımıza değil, başka çocuklara sunmak; anneliğimizi iş ortamına değil, evimize taşımak...

Kimliklerimizi bastırmak değil, onları birbirine düşman etmek değil; tam tersine, uyum içinde dans etmelerini sağlamak mümkün. Bu dansı yönetmek kolay değil ama bir kez ritmini yakaladığınızda, içsel huzurun kapısı aralanıyor.

Sonuç: Kendinle barış, kimliğinle barış demektir.

Her birimiz çok sesli bir koroyuz aslında. İçimizde konuşan farklı kimlikler, bazen birbirine karışır, bazen birbirini bastırır. Ama hepsi biziz. Her biri bir iz, bir yaşanmışlık, bir ihtiyaç.

Kendimizi sadece tek bir role indirgediğimizde yıpranıyoruz. Oysa anne, eş, evlat, öğretmen, dost, yalnız bir yolcu, güçlü bir birey... Hepsi bizde var ve hepsi birer arketip. Önemli olan bu parçaların birbirine düşmeden, birbirini yok etmeden bir arada var olmasına izin vermek.

Kendi içimizde dengeyi kurdukça dış dünyaya da daha net, daha gerçek bir kimlikle çıkıyoruz.