İnsan, derinlerde sessizliğe ihtiyaç duyar. Ama ne gariptir ki, bu ihtiyacı hissettiği halde çoğu zaman kalabalığa karışarak, kendini seslerin arasında kaybederek bastırır.

Peki neden? Çünkü sessizlik, sanıldığı kadar kolay bir liman değildir. Gürültü sustuğunda, insan kendi içindeki seslerle baş başa kalır. Bastırılmış düşünceler, ötelenmiş duygular, yüzleşmekten kaçtığımız hakikatler işte o sessizlikte yankılanır. Bu yüzden birçok kişi, gürültünün güvenli maskesini tercih eder.

Yoga dünyasında uygulanan Vipassana kampları, işte tam da bu noktada anlam kazanır. “Olduğu gibi görmek” anlamına gelen Vipassana, katılımcıları günlerce süren bir sessizliğe davet eder. Konuşmak, yazmak, hatta göz teması kurmak bile yasaktır. İlk günlerde bu durum insana huzursuzluk verir; ama zamanla sessizlik, bir boşluk değil; aksine cevaplarla dolu bir alan haline gelir. İnsan kendini bütün çıplaklığıyla görmeye başlar.

Sessizliğin bize kazandırdıkları azımsanacak türden değildir. Düşüncelerimizi daha net görmemizi sağlar. Duygularımızı bastırmak yerine anlamamıza yardımcı olur. Anın içinde kalma becerimizi artırır. Sabır ve dikkatimizi güçlendirir. En önemlisi, kendimizi dış dünyanın dayatmalarından özgürleştirip özümüzle yeniden buluşturur.

Ne yazık ki modern toplum sessizliği genellikle yanlış anlar. Sessiz insan “soğuk” bulunur, “içe kapanık” yaftası yapıştırılır. Oysa sessizlik, iletişimsizlik değil; daha derin bir iletişimin kapısıdır. Gürültüden kaçmak kolaydır; zor olan, kendi içimizin yankılarını duymaktır.

Belki hepimizin ihtiyacı olan şey, hayatın koşuşturması içinde kısa sessizlik anları yaratabilmektir. Sabah kahvemizi telefona bakmadan içmek, kısa bir yürüyüşü kulaklıksız yapmak, günün birkaç dakikasını sessizliğe ayırmak… Küçük adımlar, büyük farklar yaratabilir.

Sessizlik, bir lüks değil; en temel ihtiyaçlarımızdan biridir. Ve belki de en derin cevabı, Euripides’in sözlerinde gizlidir: “Sessizlik, bazen en yüksek bilgeliğin cevabıdır.”