İnsan hayatı, başımıza gelenlerden çok, onlara verdiğimiz tepkilerle şekillenir. Aynı olay iki farklı insanda bambaşka anlamlar doğurabilir. Çünkü yaşantının ağırlığını belirleyen şey olayın kendisi değil, o olay karşısında nerede durmayı seçtiğimizdir.
Halk deyişiyle söylenen “Işık yaradan içeri girer” sözü tam da bu noktaya işaret eder. Yara, yalnızca acının izi değildir; aynı zamanda dönüşümün başladığı eşiği temsil eder. İnsan çoğu zaman başına gelen zorlayıcı hikâyeyi tekrar tekrar anlatırken, farkında olmadan o hikâyenin içinde kaybolur. Acı anlatıldıkça derinleşir, kimliğin bir parçası hâline gelir.
Örneğin, uzun yıllar emek verdiği bir işten haksız yere çıkarılan birini düşünelim. Bu kişi yaşadığını adaletsizlik olarak görüp, yıllarca o anın öfkesini ve kırgınlığını taşımayı seçebilir. Her anlatışında yara biraz daha derinleşir; hayat, o tek olayın etrafında daralmaya başlar. Aynı durumu yaşayan bir başkası ise yaşananı inkâr etmeden, “Bu deneyim bana neyi gösterdi?” sorusunu sorar. Belki sınır koymayı, belki kendi değerini, belki de başka bir yolda yürüme cesaretini öğrenir. Olay aynıdır; sonuç ise tamamen farklıdır.
Buradaki fark dayanıklılıkta ya da şansta değil, seçimdedir. Bazıları yaşadıkları zorlukta kalmayı seçerken, bazıları yarayı bir öğretmene dönüştürür. Zafer, acının yok olması değil; onun bizi tanımlamasına izin vermemektir.
İyileşme, yaranın hiç açılmamış olması değildir. İyileşme, yaranın içinden geçen ışığı fark edebilmektir. Çünkü insan, en çok kııldığı yerden olgunlaşır; en savunmasız kaldığı noktada kendine daha dürüst olur.
Asıl mesele acının varlığı değil, onunla kurduğumuz ilişkidir. Oturup içinde kaybolmak mı, yoksa anlamını alıp güçlenerek çıkmak mı? Hayat, bu soruya verdiğimiz cevap kadar derinleşir.