Her insanın içinde, bir gün fark edilmeyi bekleyen sessiz bir yabancı yaşar.

Bazı insanlar yabancı ülkelerde kaybolur, bazılarıysa kendi içinde.

İnsanın en tanımadığı kişi bazen kendisidir.

Kendimizde var olan birçok özelliği, duyguyu, hatta sesi bastırarak yaşarız. Çünkü büyürken bize öğretilen, “fazla” olmamak; “uyumlu”, “mantıklı”, “kabul edilebilir” biri olmaktır.

Böylece içimizdeki renkleri, sesleri, yetenekleri birer birer susar.

Ama içimizde bir yabancı vardır — hiç susmayan, sadece bekleyen bir yanımız.

Yıllarca bizimle birlikte her an, her yerde nefes alan bu yabancılar…

Acaba bir gün onlarla tanışırız diye bekliyorlar mı?

Belki de içimizdeki bu sessiz varlık, sabırla kendi zamanını bekliyordur; bir kelimenin, bir müziğin, bir anlık cesaretin içinde yeniden doğmak için.

Bir gün aidiyet üzerine düşünürken, kendime “nerede gerçekten ait hissediyorum?” diye sordum.

O anda içimden garip bir istek yükseldi: bir grup sporu yapmak.

Ertesi hafta hiç düşünmeden bir voleybol kursuna yazıldım.

Ve ilk servisi attığım zaman anladım ki… içimde yıllardır sessizce uyuyan bir voleybolcu varmış.

Topun havada süzülüşü, takımın birlikte hareket edişi, o anın ritmi — sanki uzun zamandır unuttuğum bir yanım nihayet nefes alıyordu.

Kendime yabancı sandığım bir yönüm, aslında hep oradaymış; sadece fark edilmeyi bekliyormuş.

Kimi zaman bir rüya, kimi zaman bir yalnızlık anı o yabancının sesini duyurur bize.

O an fark ederiz ki, o yabancı hiç de korkulacak biri değildir.

Tam tersine, o biziz — en gerçek, en saf halimiz.

Kendimizi yeniden tanımak, o yabancıyla el sıkışmak gibidir.

Ve belki de insanın en büyük yolculuğu, dış dünyaya değil, kendi içindeki yabancıya doğru yaptığı o uzun, sessiz yolculuktur.

> “Kendini tanıyan insan, hiçbir kayıp yaşamaz; çünkü en büyük keşif, insanın kendisidir.”

— Epiktetos