Geçtiğimiz gün Çanakkale’de yaşanan olay hepimizin yüreğini sızlattı.

14 yaşındaki Murat D., yanlışlıkla ayağına bastığı sınıf arkadaşı tarafından acımasızca darp edildi ve yoğun bakımda yaşam savaşı veriyor. Çocukların arasındaki bir kavga diyerek geçiştirilemeyecek kadar ağır bir durum bu.

Atılan yumrukla başını sıraya çarpması sonucu beyin kanaması, kalbine gelen darbeyle kalp durması, atılan tekmelerle akciğer ve karaciğer kanaması. Ambulansta yapılan müdahaleyle tekrar kalbi çalıştırılıyor ve yoğun bakıma alınıyor. Oksijensiz kaldığı için beyin hasarı fazla ve entübe edilmiş bir durumda.

Okumaya bile nefesiniz yetmedi, yapılan şiddeti aklınız almadı değil mi? Ben isyan ettim, o anne babanın neler hissettiğini hayal bile edemiyorum. Bana kimse, bu akran zorbalığı falan demesin. Okul koridorlarında, sokakta, hatta sosyal medyada görünür hale gelen sistematik şiddet biçiminin en ağırı. Önce laflı sataşmalarla başlayan bu süreç artık can almaya kadar vardı.

TÜİK verilerine göre, 2024 yılında 202 bin 785 çocuk suça sürüklenmiş. Son yıllarda cinayet ve silahlı saldırı gibi ağır suçlara karışan çocuk sayısında ciddi artış var. Önlenemez bir yükselişle, büyüye büyüye bir çığa dönüşmüş.

Yaşanan olaylarda çoğu zaman şiddet mağduru çocuğa odaklanıyoruz. Hayatını hunharca almadılarsa eğer, onun yaşadığı acıyı, içine kapanışını, ruhunda açılan yarayı konuşuyoruz. Elbette ki bu çok önemli; çünkü şiddete maruz kalan o çocuğun her gün okula gitmek için duyduğu kaygı, ders başarısındaki düşüşü, geceleri uyuyamaması toplumun görmezden gelemeyeceği gerçekler.

Ama işin bir başka yüzü daha var: Zorbalığı yapan çocuk. Bu çocuğu anlamak, onun davranışının nedenlerini görmek zorundayız, ama bu, yaptığı eylemi hafifletmez. Çünkü unutmayalım; şiddet, hangi gerekçeyle olursa olsun, sorumluluk gerektirir. “Evde ilgisiz büyüdü, şiddet gördü, sınır tanımadı” demek, mağdura vurulan yumruğun, alınan canın bahanesi olamaz.

Zorbalık yapan çocuk, geçmişten getirdiği eksikliklerle birlikte kendi tercihini de ortaya koyuyor. Ve sonunda hiç yoktan bir sebepten, akıl almaz bir şekilde şiddet olayının hem de en ağırının içerisinde yer alıyor.

Şu anda ailelerin rolü çok önemli. Yeni nesil çocukların bir kısmı, neredeyse sınırsız özgürlükle büyüyor. Yeni nesil aileler tarafından “Kurallar koyarsak baskıcı oluruz” endişesiyle yetiştirilen, her istediği anında yapılan, hayatın doğal sınırlarıyla hiç karşılaşmayan çocuk, okulda da aynı tavrı sürdürüyor.

Böyle yetişmiş bir çocuk, bir başkasının hakkına saygı duymayı öğrenmiyor. Ve işte bu noktada, zorbalık bir karakter oyununa dönüşüyor. 'Ben istedim, yaptım. Karşımdakinin ne hissettiği umurumda değil' tavrındaki şimdiki nesil için 'Saygısız, acımasız, kural tanımaz' diyoruz. Diyoruz da, onlar da sokakta bitmediler yani.

Sanki çocuk yetiştirmeyi yeni keşfetmiş gibi hal ve hareketler içerisindeki aileler de bu olayların başlıca sorumluları. Özgüvenli çocuk yetiştireceğim diye ipin ucunu kaçırınca, günü geliyor böyle olaylarla karşılaşıyoruz.

Öte yandan, baskıcı ve şiddet dolu bir ev ortamında yetişen çocuk da öğrendiğini uygulayabiliyor. Yani ya fazla serbestlik ya da fazla baskı. İki uç da aynı sonucu doğurabiliyor. Ama ne olursa olsun, sonuçta ortada bir zarar var. Ve bu zararın sorumluluğu sadece ailelerde, okulda ya da toplumda değil; bir noktadan sonra o davranışı seçen çocuğun kendisinde de.

Sorun şu ki, biz genellikle rol paylaşımını yanlış yapıyoruz. Mağduru 'zavallı' , zorbayı ise 'sadece kurban' ilan edip işin içinden çıkıyoruz. Oysa zorbalığı yapan çocuk da sorumludur. Elbette desteklenmeli, eksikleri onarılmalı, yönlendirilmelidir; ama aynı zamanda davranışının sonuçlarını görmeli, gereken cezayı almalı, bununla yüzleşmelidir. Aksi takdirde, her şiddet bir sonrakine davetiye çıkarır.

Zorbalığın çözümü disiplinle şefkati dengede tutan bir aile anlayışından, okulların net tavır koyduğu bir kriz yönetiminden ve toplumun bu meseleyi 'Çocukların arasında, büyütmeyelim' diyerek hafife almamasından geçiyor.

Okullarda sıfır tolerans uygulanmalı.

Rehberlik servisleri sadece notu düşen çocuklarla ilgilendiği konumdan çıkıp zorbalıkla da mücadele etmeli.

Veliler 'Benim çocuğum yapmaz' sözünün arkasına saklanmamalı.

Cezalar caydırıcı şekilde netleştirilmeli ve düzenlenmeli.

Çocukların şiddet olayını bildirebilecekleri gizli ihbar sistemleri kurulmalı.

Televizyonda, sosyal medyada, bilgisayarda vs. herhangi bir mecrada şiddeti, zorbalığı normalleştiren ne varsa tüm bunların önüne set çekmeli.

'İki itişip kakıştılar' diyerek olaylar geçiştirilmemeli.

Çocuklarımızın uğradığı şiddetin fısıltısı artık bir çığlığa dönüştü. Buna müdahale için de radikal önlemlerin alınması şart oldu. Bu çığlığı duyabilmek için önce kulaklarımızı sonra da vicdanımızı açmamız gerekiyor. Çünkü o çığlık sadece mağdurdan değil, zorbalığı yapandan da geliyor. Ama biri “Beni koruyun” derken, diğeri “Ben istedim, yaptım” diyor.

Çocuk ilk öğrenme ortamı olarak ailede empatiyi, saygıyı, sınır koymayı, çatışmayı çözmeyi ve toplumda yaşama kurallarını öğrenmeyle başlarsa, evin dışındaki hayata ayak uydurması daha kolay olur. Aksi durumda ne rahat verir, ne de rahat eder.

Çanakkale’deki olay bir istisna değil. Diğer olaylarla birlikte toplumsal eşiğimizin test edildiği bir dönemin işareti. Bu işaret fişeği aslında çoktan yakıldı, ateşleri düşmeye başladı da, biz işte üzerine kum atarak gelişigüzel söndürmeye çalıştık.

Ama artık aile, okul, devlet, medya, yasalar ve nihayetinde toplumsal vicdan olarak bu sınavı geçmek için hepimize büyük görev düşüyor. Düşüyor çünkü, bu olay bir daha tekrarlanmasın, bir çocuk başka bir çocuğun yumruğuyla yaşamla ölüm arasında gidip gelmesin.