Brüksel’deki günlerimiz bitince Paris’e doğru gitmeyi planlamıştık. Paris’e doğru deyince ister istemez “Uçun kuşlar uçun İzmir’e doğru” türküsü dilime dolandı. Ankara günlerinde güzel Manisa’mız ve İzmir burnumuzda tüter bu türküyü terennüm etmek farz olurdu. Çocukluğumuzda Muzaffer Akgün’ün sesinden radyoda dinlerdik, sonraları yeni versiyonları yeni yorumlarıyla dillerden düşmez oldu. Hele Ata Demirer Eyvah Eyvah filminde söyleyince çok kişinin yürekleri cız etti. Paris’ bir kere giden bir daha gitmek için fırsat kollarmış. Bu özlem İzmir kadar olamaz ama son gelişim üzerinden tamı tamına 30 yıl geçmiş. Doğrusu çok şey değişmiş mi merak etmiyor da değilim. Bu yüzden biz de uçun kuşlar uçun Paris’e doğru demekten kendimizi alamadık.

            Brüksel Paris arası yaklaşık 320 km. trenle 2 saat kadar. Paris’e gelen turistlerin çoğu Avrupa başkentini de görmek istiyorlar. Ya da Brüksel’e AB çalışmaları için gelen bürokratlar, seminerlere katılan aday ülkelerin uzmanları boş günlerinde bir günlüğüne de olsa Paris kaçamağı yapmadan dönmüyorlar ülkelerine. O yüzden çok sayıda tren var Paris’e ama yoğunluk nedeniyle fiyatlar başka güzergahlara göre oldukça yüksek. Daha makul fiyatlar ise ya sabahın köründe ya da gece vakti. Garda sabahlamayı göze alıyorsanız uygun fiyatla seyahat mümkün. Gençliğimizde çok yaptık ama artık bizden geçti öyle maceralar. Hal böyle olunca biz de seçeneklere baktık.

            En uygun seçenek “blabla car”. Arabanızla ya da minibüsle, panelvanla bir yere gidiyorsunuz, araçta boş yeriniz var. Uygulamaya giriyorsunuz, bir fiyat koyuyorsunuz, nereden alıp nereye bırakacağınızı yazıyorsunuz, işine gelen varsa talip oluyor, ödemesini yapan rezerve etmiş oluyor. Fiyatlar yaklaşık yakıt parasına ortak olacak kadar veya bir miktar fazlası. Gençler bunu tercih ediyor. Doğrusu hem araç sahibi hem de diğer yolcular için önemli bir tasarruf ama asıl tasarruf ithal edilen yakıttan tasarruf eden ülkenin. Bizde de yeni yeni adet oldu. Tır şoförleri yanlarına sosyal medya üzerinden bir, iki genç yolcu almaya başladılar. Sanırım çok yaygın olmasa da blabla car uygulaması ülkemizde de var. Blabla otobüs de var ama doğrusu onu araştırmadık, bildiğimiz otobüsten şaşmadık.

            Bizim çok iyi bildiğimiz otobüsle seyahat ise Avrupa’da henüz çok yeni ve trene göre bir hayli ucuz. 100 yıla yakın mazisi olan Kamil Koç’u Almanların satın aldığını duymuştum. Torun siyasete girince işleri boşlamış Koç’un hizmet kalitesi ve müşteri memnuniyeti çok düşmüştü. Üstüne üstlük havayolu şirketlerinin rekabetiyle uçak fiyatları iyice düşünce birçok otobüs firması zor günler yaşadı bazıları da faaliyetlerini durdurdu. Ben kendi köklü markalarımızın, firmalarımızın yabancılara, özellikle de Araplara satılmasına sıcak bakmıyorum ama Almanların iş disiplini ve stratejik yönetim anlayışı nedeniyle hem Koç’a hem de sektöre yeni bir düzen getirir diye düşünmüştüm. Tabi bunun gerçekleşip gerçekleşmediğini öğrenemedik zira pandemiden sonra hiç otobüs kullanmadık. Ancak internet sistemleri dört dörtlük.

            Biz Brüksel-Paris otobüsü ararken karşımıza Kamil Koç çıktı. Nereden çıktı bu demeye kalmadan bir baktık Brüksel-Paris otobüs saatlerini sıralamaya başladı. Hem de fiyatlar Türk lirası. Kendimize uygun bir saati seçtik rezervasyonumuzu yaptık, anında biletlerimiz cep telefonuna geldi. Fiyat ne derseniz, kalkış saatlerine göre değişiklik gösteriyor olmakla beraber makul bir saatte kalkan otobüs Ankara-İstanbul bilet fiyatının 2 katından daha az. Tren bileti ise otobüs fiyatının 3-4 misli, üstelik henüz parası bile ödenmedi. Ekstresi kesildi kısmetse Şubat başında ödenecek. Bu arada şunu da hatırlatalım. Otobüsümüz Flix Bus firmasına ait ve Kamil Koçu satın alan firma. Kamil Koç 100 yıla yakın otobüs işletmeciliği deneyimini sunuyor onlar da Koç’a finansman desteği ve çağdaş stratejik yönetim anlayışını sağlıyor.

Brüksel’de garaj falan yok, Tren garının arkasında nispeten araç trafiği az olan bir caddede otobüslerin adı yazılı birkaç durak var otobüsler geliyor yolcusunu alıp hareket ediyor. Bekleme, park etme yok. Paris’te ise şehir merkezinden biraz uzakta Sur de Seine denilen bir semtte, yer altı garajı var. Bizim koltuk terminalleri büyüklüğünde bir yer. Yaklaşık 5-6 otobüs yazıhanesi var hepsi bu kadar. Bizde olsa buranın çıkışında sıra, sıra taksi bekler, zira Avrupa’nın her yerinden otobüs akıyor buraya ama tek bir taksi bile göremedik.

Bir an önce o keşmekeşten kendimizi dışarı attık caddeye çıktık taksi bekliyoruz ama gelen, geçen yok. Uzun boylu siyahi bir genç geldi araç isteyip istemediğimizi sordu. Biraz tereddüt ettik ama baktık düzgün İngilizcesi olan temiz giyimli biri, gideceğimiz oteli söyleyip fiyat sorduk. Hemen telefonundan navigasyonu açtı otelin yerini ve yol tarifini gösterdi, 17 km, 40 dakika 40 avroya götürürüm dedi aldatılmadığımıza ikna olunca, çaresiz biz de razı olduk. Yolda muhabbet ettik, Fildişi Sahili ülkesindenmiş ve Paris’te üniversite okuyormuş. Biraz Drogba, biraz Galatasaray muhabbeti yaptık. Drogba’yı ülkesinde çok seviyorlarmış o da Galatasaray hayranıymış. Fransa’da ise Paris St. Germen taraftarıymış. Çevre yolundan tam 42 dakikada otele vardık. Ödediğimiz parayı biz çok bulmuştuk ama ertesi günü buluştuğumuz dostumuz normal taksiye binmiş olsaydık çok daha fazlasını ödeyebileceğimizi söyledi.

O akşam otel civarından uzaklaşmadık, çevreyi keşfetmek istedik. Sakin bir semtti ama bütün merkezlere çok yakın mesafedeydi. Ertesi günü için planımızı da yaptık. Adnan Menderes Dernekler Federasyonu Paris temsilcisi Sarıgöl’de de uzun yıllar kalmış, Buldanlı hemşerimiz Mustafa Erol ile buluşup hem karşılıklı istişarelerde bulunup hem de biraz Paris’i gezmeye karar verdik.

Kuşlar Paris’e kondu biz de keyifli bir akşam yemeğinden sonra serin, nemli Paris havasını soluyarak biraz yürüdük. Kulaklarımızda hala Ata Demirer’in “uçun kuşlar uçun İzmir’e doğru” sözleri çınlıyordu. Biraz daha yürüdükçe yavaş, yavaş yerini Fransız Şansonları ve Paris’e yazılmış ezgiler bıraktı. Ertesi günü Paris’te neler mi yaşadık. Onlar da bir sonraki yazımızda.

Kalın sağlıcakla…