İnsan, kendini tanıdığını sandıkça aslında başkalarının yansımalarında kaybolur.
Küçük yaşlardan itibaren “aferin” sözüyle yön bulur, “ayıp” kelimesiyle sınırlarını çizer. Beğenilmek, kabul görmek, sevilmek…
Tüm bunlar bizi biz yapan şeylerin bir parçası olurken, farkında olmadan kim olduğumuzu dış seslerin yankısına bırakırız.
“Ayıp” kelimesi öyle güçlüdür ki sadece düşüncelerimizi değil, bedenimizi bile şekillendirir.
Kız çocukları göğüslerini saklamak için öne eğilerek yürür, zamanla kamburlaşır.
O kelimenin ağırlığı omuzlarına çöker, yıllar sonra bile o yük taş gibi kalır.
Bir kelime, bir bakış ya da bir sessizlik bile insanın biçimini değiştirir; sadece dışını değil, içini de.
Zamanla kendi iç sesimiz kısılır.
“Ben kimim?” sorusunun cevabı, çevremizin bize söylediği şeylere dönüşür:
Çalışkansın, iyi insansın, sessizsin, güçlü olmalısın…
Ama bunların hangisi gerçekten biziz?
Yoksa yalnızca başkalarının bize biçtiği rolleri mi giyiyoruz?
Kendini tanımak, aynalardan uzaklaşmakla başlar.
Başkalarının yargılarından, beklentilerinden, hatta övgülerinden bile sıyrılabilmek…
Kendini seyrederken, o görüntünün başkalarına değil, sana ait olduğunu fark etmek.
Belki de en zor olan şey, başkalarının aynasında değil, kendi karanlığında kendini bulabilmektir.
Çünkü orada kimse yoktur.
Ne alkış, ne onay, ne yön gösteren bir ses…
Sadece sen ve çıplak gerçekliğin.
Ama işte tam orada, o sessizlikte, “ben” doğar.
> “Kendini tanımak, başkalarının seni tanımlamasına izin vermemektir.”
— Epiktetos