“Daha dün gibiydi” dediğimiz anlar çoğaldı. Bir bakıyoruz ay bitmiş, bir bakıyoruz yılın sonuna gelmişiz.
“Daha dün gibiydi” dediğimiz anlar çoğaldı. Bir bakıyoruz ay bitmiş, bir bakıyoruz yılın sonuna gelmişiz. Çocukken bitmek bilmeyen yaz tatilleri, şimdi göz açıp kapayıncaya kadar tükeniyor. Peki gerçekten zaman hızlandı mı, yoksa onu algılayış biçimimiz mi değişti?
Hepimiz biliriz; çocukken bir gün bitmek bilmez. Tatil aylarca sürer gibi gelir, okulun ilk haftası sonsuza kadar uzar. Bunun sebebi, beynimizin deneyimlere olan açıklığıdır. Yeni şeyler öğrenirken zaman algısı uzar. Yetişkinlikte ise rutinler hayatımızı kuşatır. Her gün birbirine benzediğinde, zihnimiz olayları kaydederken hızlanır. O yüzden yıllar, bir defterin boş sayfaları gibi değil; kopyala-yapıştır edilmiş tekrarlar gibi görünür.
Teknolojinin katkısı da inkâr edilemez. Eskiden bir mektubun cevabı haftalar sonra gelirdi; şimdi mesaj yazıyoruz ve “okundu” işaretini görünce sabırsızlanıyoruz. Hızlı iletişim, hızlı tüketim, hızlı yaşam… Bu döngüde zaman yetmiyor çünkü biz sürekli daha fazlasını istiyoruz. Hız arttıkça beklentiler de artıyor, dolayısıyla zaman daha hızlı akıyormuş gibi hissediyoruz.
Bir başka neden de günlük hayatın monotonluğu. Her sabah aynı saatte kalkmak, aynı işe gitmek, aynı yollardan geçmek… Beyin, yeni bir şey görmediğinde kayıt tutmayı azaltıyor. Bu da geçmişe dönüp baktığımızda “zaman su gibi akmış” hissini yaratıyor. Aslında geçen süre aynı, ama hafızada iz bırakacak farklılıklar olmadığı için daha kısa algılanıyor.
Zamanı yavaşlatmak mümkün değil, ama algımızı değiştirmek elimizde. Yeni hobiler edinmek, seyahat etmek, farklı insanlarla tanışmak, günlük rutini kırmak… Tüm bunlar beyne “yeni” sinyali gönderir ve zamanı daha yoğun hissetmemizi sağlar. Anı fark etmek, yani “şimdi”de kalabilmek de önemlidir. Bir akşam yemeğini aceleyle değil, tadını çıkararak yemek bile zamanı yavaşlatır.
Zaman aslında aynı hızda akıyor; değişen biziz. Yıllar eskisi gibi 365 gün, ama algımız farklı. Yaşamın hızına kapıldıkça, zamanın bizden çaldığını sanıyoruz. Oysa gerçek şu: Biz zamandan değil, zamansız yaşamaktan kaybediyoruz.
Belki de artık saate değil, kalbimize bakmanın zamanı gelmiştir.