Günümüz dünyasında "daha fazlası" neredeyse bir yaşam felsefesine dönüşmüş durumda.
Daha fazla para, daha fazla başarı, daha güzel bir ev, daha yeni bir telefon, daha fit bir beden... Sanki sahip olduklarımız değil, eksiklerimiz kimliğimizi belirliyor. Bir türlü tamamlanamıyoruz. Çünkü her yeni hedefin ardında bir yenisi, her tatminin hemen sonrasında yeni bir yoksunluk beliriyor. Peki, bu "hep daha fazlası" arayışı bize ne kazandırıyor? Ya da daha doğru bir soruyla: Bizden ne götürüyor?
Hep daha fazlasını istemek, insana başta bir motivasyon gibi görünür. Rekabeti körükler, başarıyı kışkırtır. Ancak uzun vadede insanı yoran, içini boşaltan, huzurunu kemiren bir döngüye de dönüşebilir. Sürekli eksik hissetmek, mutluluğu hep bir sonraki adımda sanmak, mevcut hayatı küçümsemek gibi sinsi sonuçları vardır.
Oysa çoğu zaman ihtiyacımız olan şey "fazla" değil, "gerçek"tir. Daha büyük bir ev değil; içinde huzurla oturabildiğimiz bir oda... Daha pahalı bir tatil değil; sevdiklerimizle geçirilen bir akşamüstü... Daha çok başarı değil; başardıklarımızla duyduğumuz içten bir memnuniyet.
Tüketim kültürü bize "yetinme"yi tembelliğe, duraklamayı başarısızlığa eşitliyor. Ama yetinmek pasiflik değil, bilinçli bir tercih olabilir. İnsanın sahip olduklarını fark etmesi, şükretmesi, yaşamını olduğu haliyle kabul edebilmesi büyük bir içsel özgürlüktür. Her yeni isteğin altında biraz da eski huzursuzluklar yatar. Bir şeyi elde ederiz, ama mutluluk beklentisi gerçekleşmez. Çünkü asıl eksik olan şey dışarıda değil, içeridedir.
Kimi zaman durmak gerek. Nefes alıp, elimizdekilere bakmak... “Yeterli” kelimesinin içindeki huzuru duymak gerek. Çünkü gerçek zenginlik, sonsuz arzu listelerinde değil; sınırlı ama anlamlı bir hayat kurabilmekte saklı.
Hep daha fazlasını istemek, bizi hayata değil, hırsa yaklaştırıyor.