Gerçek şu ki, tüketim yalnızca bir ekonomik eylem değil, varoluşun bir parçası. Nefes almak bile bir tür tüketimdir; doğadan oksijen alır, karbondioksit veririz.

Sabah gözümüzü açtığımız anda başlıyor: Telefon ekranını kaydırıyoruz, kahvemizi içiyoruz, bir şeyler giyiyoruz, işe giderken yol tüketiyoruz, gün boyu zaman tüketiyoruz. Akşam olduğunda yorgunlukla sorduğumuz o soru, belki de çağımızın en büyük ikilemini özetliyor: Tüketmeden yaşamak mümkün mü?

Gerçek şu ki, tüketim yalnızca bir ekonomik eylem değil, varoluşun bir parçası. Nefes almak bile bir tür tüketimdir; doğadan oksijen alır, karbondioksit veririz. Yani tamamen tüketmeden yaşamak imkânsız. Ancak bugün sorun, tüketimin doğal ihtiyaçtan çıkıp kimlik göstergesi haline gelmiş olması.

Artık neye sahip olduğumuz, kim olduğumuzu tanımlar hale geldi. Telefon markaları, kıyafet etiketleri, arabalar, hatta tatile gittiğimiz yerler… Hepsi birer “ben kimim?” ifadesine dönüştü.

Modern çağın mottosu şu: “Daha fazla, daha yeni, daha hızlı.”

Telefonumuz çalışsa bile “bir üst modeli” çıktığında değiştirmeyi düşünüyoruz. Gardırobumuz dolu ama “giyilecek hiçbir şeyim yok” diyoruz. Çünkü artık bizi yönlendiren ihtiyaç değil, tüketim kültürünün yarattığı arzular.

Reklamlar, sosyal medya, influencer’lar sürekli olarak bir eksiklik duygusu aşılıyor. “Alırsan mutlu olacaksın” diyorlar. Oysa mutluluk bir kutunun içinden çıkmıyor. Çıksa bile, o mutluluk en fazla birkaç gün sürüyor. Sonra yeniden boşluk hissi, yeniden tüketim döngüsü…

Tüketmeden yaşamak belki mümkün değil, ama bilinçli tüketmek mümkün.

Yani azla, yeterince, farkında olarak yaşamak…

Bir kıyafeti sırf modası geçti diye değil, gerçekten eskidiğinde değiştirmek.

Bir eşyayı atmak yerine onarmayı denemek.

Bir telefonu yeni model çıktığı için değil, gerçekten ihtiyacımız olduğunda almak.

Bu, yoksunluk değil; özgürlüktür. Çünkü azla yetinmeyi öğrenen insan, reklamların esiri olmaktan kurtulur.

Pek çok insan farkında olmadan bu döngüden yorulmuş durumda. Artık dolu dolaplar değil, sade odalar huzur veriyor. Artık gösterişli sofralar değil, samimi sohbetler doyuruyor. Çünkü anlıyoruz ki: Ne kadar çok şeye sahip olursak olalım, gerçek tatmin sahip olduklarımızda değil, paylaştıklarımızda.

Evet, tüketmeden yaşamak mümkün değil. Ama her şeyi tüketmek zorunda da değiliz.

Asıl mesele, neyi aldığımızdan çok, neden aldığımızı fark edebilmek.

Eğer bir şeyi gerçekten ihtiyacımız olduğu için alıyorsak, bu bilinçtir.

Ama sadece başkaları görüyor diye alıyorsak, o bir yükten ibarettir.

Belki de artık “neye sahip olacağımızı” değil, “neyi geride bırakabileceğimizi” düşünme zamanı gelmiştir. Çünkü sadeleşmek, yokluk değil; gerçekten var olabilmenin bir biçimidir.