Gürültünün hiç susmadığı, ışıkların hiç sönmediği şehirlerde yaşıyoruz. Sabah işe yetişme telaşı, akşam trafiğin içinde kaybolan saatler, bitmeyen bildirimler, bitmeyen planlar

Gürültünün hiç susmadığı, ışıkların hiç sönmediği şehirlerde yaşıyoruz. Sabah işe yetişme telaşı, akşam trafiğin içinde kaybolan saatler, bitmeyen bildirimler, bitmeyen planlar… Derken bir noktada içimizde bir cümle yankılanıyor: “Artık biraz kendime dönmeliyim.”

Ve hemen ardından gelen o düşünce: “Belki de şehirden kaçmalıyım…”

Ama gerçekten öyle mi? Kendimize dönebilmenin tek yolu, şehirden uzaklaşmak mı?

Son yıllarda şehirden kaçış, neredeyse bir “modern masal” gibi anlatılıyor. Sosyal medyada küçük köylere yerleşenlerin huzurlu fotoğraflarını, doğayla iç içe sade hayatlarını görüyoruz. O görüntülere bakınca, sanki bütün içsel dinginlik ormanın derinliklerinde ya da bir sahil kasabasının sessiz sokaklarında saklıymış gibi geliyor.

Oysa o sakinliğe kavuşanların çoğu, önce şehirde kendine dönmeyi öğrenmiş insanlar. Çünkü kaçmak, sorunları çözmez; sadece manzarayı değiştirir. Eğer içimizdeki gürültüyü susturmayı öğrenemezsek, doğanın sessizliği bile bize fazla gelir.

Kendine dönmek aslında bir mekân meselesi değil, bir farkındalık meselesidir. Kalabalığın ortasında bile iç dünyamıza dönebiliriz; yeter ki kendimize zaman ve alan tanıyalım.

Telefonsuz yürüyüşler yapmak,

Gün içinde birkaç dakikalık sessizlik molaları vermek,

Günlük tutmak ya da düşüncelerimizi not etmek,

Kendimize dürüst sorular sormak…

Tüm bunlar için kuş seslerine değil, yalnızca isteğe ihtiyaç var.

Şehir yaşamı kaotik olduğu kadar, farkındalık için de fırsatlar barındırır. İnsan kalabalığında kendi yalnızlığını, gürültünün içinde kendi sesini fark etmek mümkündür. Asıl mesele, durmayı bilmemek. Sürekli koştururken durup düşünmeye fırsat bırakmıyoruz. Oysa kısa anlık duraklamalar bile zihnimizi berraklaştırabilir.

Bir banka oturup sokaktan geçen insanları izlemek, bir kafede kulaklığımızı çıkarıp ortam seslerini dinlemek bile kendimize dönmenin küçük ama güçlü yollarıdır.

Elbette zaman zaman şehirden uzaklaşmak da ruhumuza iyi gelir. Doğada geçirilen birkaç gün, zihnimizin tozunu alır gibi olur. Ama bu bir zorunluluk değil, bir araçtır. Önemli olan, döndüğümüzde o dinginliği günlük hayata taşıyabilmektir. Yoksa her huzur arayışında yeni bir kaçış rotası ararız.

Kendine dönmek için illa şehirden kaçmak gerekmez. Çünkü kendimizden uzak düşüren asıl şey, mekân değil; dikkatsizliğimiz, acelemiz, yüzeyselliğimizdir.

Asıl mesele, dışarıdaki gürültüyü kısmadan önce içimizdeki uğultuya kulak verebilmektir.

Şehirde ya da köyde fark etmez…

Eğer gerçekten kendimize bakmaya cesaret edersek,

“dönüş yolu” zaten içimizde başlar.