Malum sosyal medya çağındayız. Herkes bir yerlerde bir şeyler paylaşma, bir yerlerde bir şeylere yorum yapma derdinde…
Sanal alem, gerçek dünyadan daha fazla yer kaplıyor hayatımızda… 7 yaşındaki çocuktan, 77 yaşındaki amcaya, dedeye kadar bu durum böyle.
‘Like, like, like…’ Aman Allah’ım ne çılgınlık…
Bir fotoğraf düşüyor sosyal medyaya… Daha yüklenmesi bitmeden “beğen” tuşuna basılıyor. Bir haber başlığı paylaşılıyor… İçeriği okunmadan altına yorumlar yağmaya başlıyor. Bir video yayımlanıyor… İlk saniyesinde izlenmiş gibi “muhteşem” ya da “rezalet” yorumları geliyor.
Bu hız, sadece teknolojiye ait değil; artık biz de hızlandık, hatta yüzeyselleştik. Düşünmek için durmuyor, anlamak için beklemiyoruz. Görmeden beğeniyor, okumadan yorum yapıyoruz. Ve farkında olmadan, hem kendi algımızı hem de ortak iletişim dilimizi fakirleştiriyoruz.
İnternetin ilk dönemlerinde bilgiye ulaşmak için çaba harcamak gerekiyordu. Yavaş yüklenen sayfalar, kısıtlı içerikler… Dolayısıyla elimizdeki bilgiyi değerli buluyor, üzerinde duruyorduk. Şimdi ise tam tersi: Bilgi her yerde, fazlasıyla bol, fazlasıyla hızlı. Bu bolluk içinde “derinlik” lüks haline geldi.
Sosyal medyanın algoritmaları, bizden düşünce değil, tepki bekliyor. “Hızlı tüket, hızlı hisset, hızlı paylaş” mottosuyla yaşıyoruz. Çünkü platformlar, bizim ne söylediğimizle değil, ne kadar süre ekranda kaldığımızla ilgileniyor. Dolayısıyla düşünmek yerine anlık reaksiyonlar veriyoruz.
Beğeniler artık estetik veya içerik değerlendirmesi değil; bir tür “varlık bildirimi” haline geldi. Arkadaşına destek vermek için beğenirsin, sırf kırmamak için beğenirsin, hatta kimi zaman yanlışlıkla beğenirsin.
Bu durum, içeriklerin gerçek değerini ölçmeyi zorlaştırıyor. Bir fotoğraf, içeriği ya da anlamı yüzünden değil, sahibinin popülerliği veya ilişki bağları yüzünden binlerce beğeni alabiliyor. Böylece, “iyi” kavramı popülerlik ile eş anlamlı hale geliyor.
Belki de en tehlikeli alışkanlık bu: Okumadan, hatta bazen konuyu bilmeden fikir beyan etmek. Başlık üzerinden verilen hükümler, eksik bilgiyle oluşan sert yargılar, yanlış anlaşılmaları körüklüyor.
Özellikle toplumsal olaylarda bu daha da problemli. Yanlış bilgi hızla yayılıyor, çünkü insanlar doğrulamadan paylaşıyor. Yorumlar, çoğu zaman gerçeği bulmaktan çok “taraf” göstermek için yapılıyor.
Sonuç? Tartışma kültürü zayıflıyor, empati azalıyor, diyalog imkânsız hale geliyor. Çünkü kimse gerçekten anlamak istemiyor; sadece kendi sesini duyurmak istiyor.
Belki de bu çağda yapılacak en devrimci şey, yavaşlamak. Bir gönderiyi beğenmeden önce gerçekten görmek, bir yazıyı paylaşmadan önce gerçekten okumak, bir video hakkında konuşmadan önce gerçekten izlemek…
Bunlar basit gibi görünse de, aslında algoritmalara ve yüzeyselliğe karşı sessiz bir başkaldırıdır. Çünkü yavaşlamak, düşünmeye fırsat verir; düşünmek ise anlamayı mümkün kılar.
Görmeden beğenmek ve okumadan yorum yapmak, bizi hızla ama yüzeysel bir dünyaya hapsetti. Ve bu yüzeysellik, zamanla farkındalığımızı, eleştirel düşüncemizi ve iletişim kalitemizi erozyona uğratıyor.
Belki de artık “beğen” tuşuna değil, “anla” tuşuna basma zamanı geldi. Çünkü beğeni gelip geçicidir; ama anlamak, kalıcıdır.