Çağımızın hastalığı ama farketmiyoruz, çünkü ağrısı, görünür bir yerimizin acısı yok. Canımız yanmadığı için farkında değiliz.

        Evimiz, arabamız, çocuklarımız, işimiz, gücümüz, cebimizde telefonumuz.

Bir tık uzağımızda dünya, herşey ayağımızda, kulağımızda, gözümüzde, elimizde, mutluluktan uçuyor, sevinçten dünyalara sığamıyoruz, yetmesine rağmen tatmin olmadığımız, fazlasına rağmen doymadığımız, maddi imkanlarımızın peşinde koştukça koşuyoruz.

        Bazen birinin ayağına basıyor, bazen üstüne çıkıyor, çoğu zamanda birinin omuzuna tutunarak yükselmeye çalışıyoruz.

        Yorgun düştüğümüzün, yorulduğumuzun farkına vardığımızda;  zaman geçmiş, sosyal ve ekonomik şartlardan çocuklar ya başka şehirlere hatta ülkelere gitmiş, en azından evlenip başka semtlere yerleşmişler.

       

        Kalabalık geleneksel aile yaşantısı zamanımızın iktisadi şartlarıyla değişmiş her aile kendi başına, kendi imkanlarıyla hayatlarını sürdürmekteler.  Giderek yalnızlaşmaya başlıyoruz. 2019 yılı TÜİK verilerine  göre ülke nüfusunun % 16,9’u tek başına yalnız yaşıyor. Sadece eşlerden (çocuklar hariç) oluşan aile %13,9, baba ve çocuklardan oluşan %2, anne ve çocuklardan %7,2’dir. Tek çekirdek aile yani anne baba ve evlenmemiş çocuklardan oluşan bu aile tipi, birçok kentte endüstrileşme ile gelen sosyal ve ekonomik bir hayat tarzı olup nüfusun %65’i böyle yaşamakta.  2021 yılında bu sayı %70’lere gelmiştir. Endüstrileşme ile gereksinim duyulan işgücü, genç nüfus ve kırsal kesimden göç ile kalabalık aile yapısı dağılarak tek aile tipi yaygınlaşmış ve bu şekilde yaşamak daha da artarak büyüyecektir. 

   

       Bu yaşam şekli ile çocuklar yuvadan uçup gitmiş, dostlarımızın bir kısmı bizden çoktan kopmuş, biz kısmı göçüp gitmiş, çoğu kendi derdine düşmüş, yalnız kalmışızdır. Hani her şeyimizin olup da içimizi acıtmayan, hani ağrısı sızısı olmayan hastalığımızın farkına şimdi varıyoruz. Yalnızlık. Son bir umudumuz vardı eşimiz, o da kendi canının derdinde hastalıkla uğraşıyor, bizim kendimize bakamadığımız yetmezmiş gibi bir de o. Bir zaman sonra o da gidince yalnızlığın en acısını yaşamaya başlıyoruz.

           İşte:

        

       Telefonumuz elimizde herşey hala bir tık yakınımızda ancak açan olmayınca, ses gelmeyince, aradıklarımız hep çekmeyen! yerlerde olduğunda, veya bizlerden çok uzaklarda yaşadığında bir saat, üç saat, beş saat, bir gün, bazen birkaç gün sonra “Çok yoğundum bir şey mi vardı?” Diyenlere karşı iş işten geçtiğinde ki yerdir burası.

     Çocukları yuvadan uçurupda onları bir başka yuvaya yerleştirmek bir olgudur. Hatta övünme vesilesidir. Kimi gurbet ellerde, kimi geçim derdinde, kimi kendi hülyalarında, kimi dünya heveslerinde, kimi kariyer yapacağım der, kimi benim de çocuklarım var der. Yalnız kalırız.

      Kimi hep beraber olalım geçinip gideriz dese de alınganlık bırakmaz bizi. Hassaslaşmış her uzvumuz: Kalbimiz camdan daha kırılgandır, gözümüz musluğu aratmaz derecededir. Yalnızlığın acısı duyulmağa başladığında “Ben gideyim artık sizin derdiniz size yeter” dendiğindeki yerdir burası.

     Yalnızlık yakarcasına azmıştır, her yanımızı sarmış beynimiz zonklamaktadır. Düşüncelerimiz karmaşık, sağlığa kavuşmamızın artık zamanı geçmiş yaşlanmış, direncimiz düşmüştür, ne ilaç ne doktor ne kapısından eksik olmadığımız hastanelerin geniş koridorlarında bekleyişler kâr etmez artık.

     Hastane koridorunda doktor kapısı önünde sandalyeye oturmuş sıramızı beklerken, kapı üstündeki çağrı kutusundan adımızı gözlerimizi kıssakda gözlüklerimizi silsekde okuyamadığımız, çağrıları duyamadığımız o anlarda “Amca seni çağırıyorlar gel koluma gir içeriye götüreyim” diyen bir sese, bir kimseye elimizi uzatır, minnet duyar teşekkür ederken gözlerimiz dolduğunda işte yalnızlığın acısını o zaman hissederiz hem de ta derinden. Kalbimizin en ücra köşesinden duyarız feryatları, göğsümüz sıkışır. Yalnızlık yüreğimizi kavurmaya başlamıştır. Her yanımızın yandığında ki yerdir burası.

“Artık demir almak günü gelmişse zamandan

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;

Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli,

Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!

Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;

Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.

Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,

Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.”

       Yahya Kemal Beyatlı’nın bu eseri her ne kadar ölümü anlatsa da insanın son limanından önceki limandır burası.

        Köprüden önce son çıkıştır burası.

        Hiç tanımadığımız birileri yanımızda, arkamızda, etrafımızda dönüyor, yediriyor, giydiriyor, hatta altımızı alıyor, alt bezi bağlıyor, karşılığında bin kere “Allah razı olsun” diyoruz. Uzun zamandır bu cümleyi ağzımızdan hiç eksik etmediğimizi farkettiğimiz yerdir burası.

       Yeni tanıştığımız ama konuşurken ne onun duyduğu ne bizim anlamadığımız ama bir arkadaşım var dediğimiz yerdir burası.

       İlacı bir elimize su bardağını diğer elimize verip, tansiyon aletini sıkça kolumuza taktıkları yerdir burası.

    Artık hastanede yalnız bekleyişlerin olmadığı hatta hasta odamızda yatağımızın başucunda refakatçi olarak  birilerinin beklediği yerdir burası. 

    Birilerinin elimizden tutup bahçede güneşlendirdiği, ağaçların arasında, çiçeklerin içinde, gezdirdiği yerdir burası.

      Şöyle zar zor da olsa iki büklüm bedenimizden başımızı yerden, masmavi gökyüzüne kaldırdığımızda, yaşadığımızı hissettiğimiz, küskünlüğümüz ile hayattan vazgeçtiğimizde, yeniden doğduğumuz yerdir  burası.

        Burası neresi mi?

        Biz buraya HUZUREVİ diyoruz.