Sabah erken yola çıkınca sessiz sakin bir sürüşte kendi kendime konuşuyorum. İçinden konuşma derler. Artık tam da içimizden konuşma zamanındayız. Oysa bağırmak haykırmak yerine içine atmak içinden konuşmak. Bir anda yaş boşanır ya, işte o yaş ancak içindekileri dışa yansıtmaya çalışıyor.

“Güneş ufuktan şimdi doğar” dememe kalmadı bayağı bi yol aldıktan sonra ufukta oluşan kızıllık güneşin doğacağının işaretini verdi. Bağarası’na giderken, (viyadüğün adını duymadığımız bilmediğimiz bir zamanda) genişçe ve derin bir derenin üzerine yapılmış dar geçişli bir viyadük var. Viyadüğün üzerindeyken güneş uzak tepelerin ardından çıkmaya başladı. Bugünde hayat, perde dedi tüm canlılara. Ne muhteşem bir doğuş: Her yer aydınlanmaya şekiller belirmeye düşünceler değişmeye yani bu ağaç bu köprü bu evin çatısı diyerek karanlıkta benzetmeye, tahmin etmeye çalıştıklarım gün yüzüne çıktı. 

Güneşin doğuşu başka güneşin doğuşunu görmek bambaşka. Öyle ya güneşin doğuşunu akşamdan sabaha göremeyenler var. Her sabah taze bir başlangıçtır. Akşamdan kurulan hayaller sabah acaba gerçekleşir mi düşüncesi bazen sevinç bazen hüsran, hayal kırıklığı olur. Çiftçinin karnını yarmışlar, 40 yıl gelecek sene çıkmış. Taştı topraktı harmandı samandı derken günler geçip giderken.

Bağarası çıkışından sağa dönüp Eskifoça’ya yönlendiğimde sabahın serinliği hala yüzümü okşuyordu. Bu yol tek şerit geliş gidişin arasında sadece bir çizgi var yani. Bu yolda hızlı sürmem, araç trafiğinden bir an önce kurtulmam gerekiyor. Kaskımı iyice eğdim gözlerim en sağda ki yol şeridinde bazen emniyet şeridinin genişlediğini gördüğümde oraya girmeye çalışıyorum.

Arada bir aynadan arkamı takip ediyorum. Bilhassa önümden araç geliyorsa sıkıştırmasınlar diyerek arkama da bakarım. Hep İleri ama arkadan gelecek tahditleri de izlemek gerekiyor.  Burada son olarak söyleyeceğim çünkü söyledikçe başıma geliyor. Önümden bir araç geliyor arkama bakıyorum arkamdan da geliyor, öyle bir an geliyor ki ben dahil üçümüz bu daracık yolda yanyana geçiyoruz, ve bu foto finiş geçişi çok sık oluyor bende. Araçlar normalde bisikletlinin yanından geçerken en az 1,5 metre mesafe bırakmalılar. Arkamdan İzmir Büyükşehrin İztaşıt otobüsü geliyorsa beni geçmiyor yavaşlayıp karşıdan gelen araca yol verdikten sonra beni geçiyor. Ben de selam verme hazırlığı yapıyorum, aynadan beni göreceği an geldiğinde el kol ne varsa sallayıp teşekkür ediyorum. Bu otobüslerin bisikletlilere böyle davranmaları eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’den kaynaklanıyor. Bu dahi eski yönetimlerin iyi anılmaları için bir gerekçe, bir hizmet. Hatta bu otobüslerin önünde bisiklet taşıyıcıları dahi var.

Bu hızlı sürüşten sonra Türk Donanmasının Deniz üssünün kapısının önünden geçip Foça’nın kuşbakışı manzarası gözüktüğünde bisiklet yolu başlıyor. Bir oh çekerek girdim yola. Rampa aşağı bıraktım pedalları sarıldım gidona, parmaklarım fren kollarında; hürriyet, mutluluk, sevinç, manzaram, görüşüm, düşüncelerim şöyle bi ellerimi bırakıp kollarımı açıp rüzgara bırakasım geldi kendimi. Uzun zamandır tatmadığım duygularım. Böyle hayatta varmış deyip avrupalıları kıskandığım. Az önceki, çarpıldık çarpılacağım stresi,  bir kıskacın bir dar boğazın içinde ki hayattan sonra.

Mutluluklar sevinçler gibi uzun sürmedi. İniş aşağı ihtiyarımı bıraktığım yol bitmişti.

Foçalıların, küçük deniz diye konumlandırdıkları yerdeyim. Tahta masa tahta sandalyeli Balıkçı Kahvesi dediğim ama gün içerisinde müşteri yapısı değiştiğinde entel boyaya giren çaylama yerime geldim. Erkenci ekabirlerin her biri bir masaya yerleşmiş birbirlerine laf atıyorlar. Çaycı çayı demlemiş kepenklerini açıyor. Yüzü hiç de sabahın taze bir başlangıcını yansıtmıyordu. Herkesin her esnafın mutlu olmasını isterim. Yaptığı işten hizmetten memnun kalsın müşterisi. Ekabir dediklerimin de hepsi emekli çoğu benim gibi. Çay burada 25 lira. Kirası kimbilir kaçadır. Belki yüzünün ekşiliği bundandır

Bi çay alayım dediğimde abi bi on dakika sonra deyip beni beklemeye aldı. Bi kaç yaz sporcusu nefes nefese geçti masamın yanından. Her sahilde bu sporculardan var. Balıkçı sabah mı yakalamış, yoksa denizden aldığı kova kova suyla balıkları ıslata ıslata parlatmaya mı çalışıyor? Anlamadım ama, sormadım, her halükarda lafı yiyeceğimi bildiğimden.

Ortalık sabahın sessizliğinin sakinliğini yansıtıyor. Bu güzel havada söylenenleri duyar gibiyim. ”Şu çocukların okulları olmasa tam oturulacak zaman Eylül.”

Küçük denizin bu halini çok severim. Balıkçıların yanında, kurumaya bırakılmış balık ağlarının arasında yalanıp duran kediler. Belli ki balıkçılarla anlaşmaları var; biz senin nafakanı vereceğiz bunlar da bizim nafakamız uslu uslu otur.  Dip dibe bağlanmış tekneler pata pata sesle sabah gidip güneş batmadan dönerler.  Çayım da geldi, bi şiir patlatmanın keyfindeyim.

Foça’nın gün batarken sakinleyen küçük deniz koyu;
Bir yan kale ötesi ingiliz burnu.

Balıkçı motorlarının yaklaşan pata pata sesleri
Beyaz kalemle çizerken denizi,

Tekneye dalıp kaçan martıların ötüşleri.
Sessizleşen zamanda duyulan kanat sesleri,


Gün gitmiyor,
Denizin üzerinde duruyor kıpkırmızı güneş,
Zaman beklemede, kızıllaşan deniz ve mor gökyüzü. 


Kıyıda ki uzun masanın her iki kenarında karşılıklı çarpıştırılan bardaklar,
Balık istiflerinden gözükmüyor tabaklar,

 
Denizin rengi vurmuş barbunlara,
Laf atışlar, gülüşmeler, keyifli kahkahalara.


 

Küçük koyda duran gün, susan rüzgar, sessiz bekleyiş.
Ufuktan deniz üzerinde süzülerek gelen kızıl güneşleyiz.


Battı batacak kıpkırmızı oldu mor kızıl çizgili bulutlar,
Yarın vira Allah Kerim bitmez tükenmez umutlar.

Sustu motor, durdu denizin çırpıntısı, süzülüyor sandal öylesi.
Küçük koyda biten günde manzara böylesi.


(Bu şiirin hikayesini ömrümüz yeterse yazmak isterim.)


Geçen ay geldiğimde bozuğu olmadığından çay parasını beş lira eksik almış “Bi daha gelişinizde ödersiniz” demişti. “Bu çayın parası, belki hatırlamazsınız ama bu da bir ay önce bozukluğunuz olmadığından bugüne kalmış borcum.” Deyip, fosforlu yeleğimle yola koyuldum. Gelirken rampa aşağı keyifle kollarımı açıp haykırmak istiyorum dediğim rampayı şimdi tırmanıyorum. 

Bisikletimin ön tekerinin göbeğinde ufak bi elektrik motorum var bataryası gidona bağlı ama seyyar, böyle yolculuklara çıktığımda yerine takıyorum. Yaş 75, baypas var, nolur nolmaz diye güvence. Emeklilik artık eskisi gibi değil. Eski ikramiye ile bir kat, dilersen yat, sıfır bir murat alınabiliyordu. Şimdi güvence yoksa böyle rampalı zamanlarda benim bisiklet motoru gibi takviye gerekiyor. 

Öyleki: Bisiklet yoluna girdiğimde sekiz kişilik genç bir bisiklet grubu önümde gidiyordu. Motorumun tamgaz yapmadım pedal takviyeli rampayı çıkıyorum onlara yetiştim. Sollarken, ”Gençler kolay gelsin pedalınıza kuvvet derken bana bakmayın benim motorum var” dedim. Bisiklet sürüşünde, önden gelen rüzgardan korunmak için öndeki sürücünün arkasına gizlenilir, eforunuzu fazla harcamazsınız. Motorum olmasaydı ben de aralarına girip rüzgardan korunarak daha rahat çıkabilirdim. Nolursa olsun güvence önemli.

Evin yolu kısa olur derler. Bağarası’ndan Yenifoça’ya giden yol,  gittikçe yükselen çok belli olmayan bir rampadır, bu yolda rüzgar mutlaka denizden eser ve bisikletlinin hızını keser, yorar, sürüş keyfini bozar.

Madem ki yola çıktın madem ki dünyaya getirdiler. Şikayetten yana olunmaz. Gelemeyenler bu dünyayı göremeyenler var mıdır acaba? Bilmem ama, eş dost arkadaş aile iş güç kısaca hayat, şu kadarcık yolda bile inişli çıkışlı. 75 yıl, dümdüz yol olur mu? Olmaz ama, düzlemeye çalıştığımız yolu, kazıp hafriyat artığıyla bırakmakta olmaz.