Artık neredeyse hiçbir an, sadece bize ait değil. Gördüğümüz her güzelliği, tattığımız her lezzeti, gittiğimiz her yeri, yaşadığımız her duyguyu önce telefon ekranına doğrultuyoruz.

Modern dünyanın refleksi bu: Anı yakalamak değil, kaydetmek. Ama sorunun kendisi tam burada başlıyor. Kaydettiğimiz onca şeyin ne kadarını gerçekten yaşıyoruz?

Bir manzara görüyoruz; önce kadrajı düzeltiyoruz. Bir masaya oturuyoruz; önce tabağın fotoğrafını çekiyoruz. Bir arkadaşla buluşuyoruz; sohbetten önce “selfie” geliyor. Yaşamanın yerini göstermek alıyor, hissetmenin yerine paylaşmak geçiyor. Ve biz fark etmeden, anların içinden çıkıp anların izleyicisi hâline geliyoruz.

Fotoğraf çekmek aslında kötü bir şey değil. Hatta kıymetli… Çünkü bazı anlar ölümsüzleşmeyi hak eder. Ama mesele şu:

Biz artık anı ölümsüzleştirmek için değil, paylaşmak için çekiyoruz.

Bu fark küçük ama etkisi büyük. Çünkü bunun sonunda şu ortaya çıkıyor:

An, bizim için olmaktan çıkıyor; başkalarının beğenisine sunulacak bir içerik oluyor.

O anı yaşarken duyacağımız hisler, bildirim seslerinin gölgesinde sönüyor.

Gözümüz manzarada değil; ekran ışığında kalıyor.

Yani aslında biz, gördüğümüzü yaşamıyoruz. Sadece kaydediyoruz.

Bir gün bir seyahat rehberi şöyle demişti:

“Turistlerin çoğu geldikleri ülkeleri aslında görmez. Sadece fotoğrafını çeker.”

Bu cümle bugün hepimiz için geçerli. Bir etkinlikte, bir tatilde, bir kutlamada…

O kadar çok “dışarıdan izleyen” hâline geliyoruz ki, bazen kendi hayatımıza seyirci olduğumuzu fark etmiyoruz.

En acısı ise şu:

Fotoğraf çekmek için durup beklediğimiz anları, yaşamak için hiç durmuyoruz.

Sosyal medya, her fotoğrafı bir performansa dönüştürdü.

“Buradayım”, “mutluyum”, “geziyorum”, “keyfim yerinde”, “hayatım güzel”…

Peki gerçekten öyle mi?

Yoksa biz de o paylaşımın içinde kendimizi o anın kahramanı gibi göstermeye mi çalışıyoruz?

Bazen şöyle hissetmiyor muyuz?

Paylaşmayınca eksik

Gösterilmeyince değersiz

Beğenilmeyince yanlış

Oysa yaşam, izlenmek için değil; hissedilmek için var.

Gözle Görmek Başka, Gönülle Görmek Başka

Bir anı gerçekten yaşadığımızı nasıl anlarız?

Basit: O anın içinde olduğumuzda zaman yavaşlar.

Koku, ses, dokunuş, duygu… Hepsi bütünleşir.

Ama telefon ekranı girdiğinde araya,

Konsantrasyon bölünür,

Duygu yarım kalır,

Zihnin bir parçası paylaşmaya çalışır,

Geriye sadece dijital bir iz kalır.

Geri dönüp bakınca nice fotoğraf buluruz;

ama o anlara dair hisleri bulamaz oluruz.

Çünkü hissetmemişizdir.

Belki de en iyi fotoğraf, hiç çekmediğimizdir.

Çünkü hafızamız sandığımızdan çok daha iyi bir depo.

O anın içindeysek, o anı gerçekten yaşıyorsak, izleri içimizde kalır.

Bazen telefonu cebine koyup sadece izlemek gerekir:

Denizin rengi nasıl değişiyor?

Birinin gülüşü nasıl yayılıyor?

Rüzgâr nasıl yüzümüzü okşuyor?

Masadaki sohbet nasıl büyüyor?

Bunların hiçbirini makine kaydedemez, çünkü hepsi hissedilir.

Anı kaydetmek güzeldir, hatırlatır.

Ama anı yaşamak, dönüştürür.

Bugün bir karar verebiliriz:

Her gördüğümüzün fotoğrafını değil, anlamını çekelim zihnimize.

Çünkü günün sonunda sorulacak tek bir soru var:

O an orada mıydın? Yoksa sadece kaydını mı aldın?