Paris öyle 5-6 günde gezilecek, dolaşılacak bir kent değil. Üstüne üstlük bir de yılbaşı kalabalığı eklenince zaman iyice yetersiz kalıyor. Biz bu kez Paris’in merkezinde kalmayı tercih ettik. Zira Disneyland, Versay gibi kent dışındaki yerlere, banliyölere de gidecek olsak en az üç gün daha kalmamız icap ederdi. Eh paramız da iyice değersizleşince doğrusu kısa kesmek zorunda kaldık. Hem kısmet olur da bir daha gelmek nasip olursa göreceğimiz yerler olsun dedik. 31 Aralık Paris’teki son günümüzdü. Hayatımızda ilk kez bir başka ülkede yeni yılı karşılayacaktık. Son günümüze de mümkün olduğu kadar çok şey sığdırmak istiyorduk.

Sabah erkenden kalktık, kahvaltımızı yaptık çıktık. Önce gideceğimiz hemen her yere aktarma yapabilme imkanı olan Opera meydanına gittik. Hedefimizde önceki gün önünden geçtiğimiz Grevin müzesi vardı. Burası dünyanın en ünlü balmumu müzelerinden biri. Ancak girebilmek ne mümkün, daha sabahın erken saatlerinde bile kuyrukta en az 5,6 yüz kişi vardı. Avrupa’da kuyruklar var diyenler var ya! Haklılarmış, çok yerde kuyruk var, müzelerde, lüks restoranlarda, kafelerde, hatta bazı ünlü parfüm mağazalarında kuyruklar almış başını gitmiş. Avrupa bizi kıskanmasın da kim kıskansın? Siz ülkemizde hiç müze kuyruğu, mağaza kuyruğu gördünüz mü? Bizde sadece ucuz et kuyruğu, halk ekmek kuyruğu, falan olur. Biz müzelere elimizi kolumuzu sallar gibi gireriz hem de ben bedava girerim malum 65 yaş. Üstelik koskoca müzeyi kapatmış gibi olursun. Neredeyse ziyaretçiden fazla güvenlik ve görevli olur. Restoran kuyruğu hele hiç olmaz, ben sadece ünlü İskender kebapçının Bursa Heykeldeki baba ocağında görmüştüm o da beş, on dakika kadar sürdü, üstelik altına da tabure veriyorlardı.

Neyse! Madem müzelerden nasibimizi alamadık biz de önce Lady Diana’nın ölümünde önce son kaldığı otelin önünden geçip önceki gün hakkını veremediğimiz Saint Germain’e doğru giden bir otobüse bindik. Paris’te ulaşım çok rahat, günlük bilet alarak her gideceğiniz yere aynı biletle gidebiliyorsunuz. Ancak nerede inip, nerede aktarma yapacağınızı da bilmeniz gerekiyor. Öğrenmesi çok zor değil hele metronunki çok daha kolay, ama biz etrafı görebilmek için mecbur kalmadıkça metroyu kullanmadık.

Saint Germain Opera, Republica, Etoile, Şanzelize gibi ana merkezlere göre hem daha tenha hem de daha nezih. Bölgede çalışanlar dışında Arap ve Afrikalı göçmenlerle mültecileri çok sık görmüyorsunuz. Parisli olmayan bazı Avrupalı markaların mağazaları da var. Nezih Fransız restoranlarının yanı sıra her köşe başında brasserie tarzı restoranlar da var. Biz de öğle yemeğimizi böyle bir yerde yedik. Çok da memnun kaldık ama şemsiyemizi de burada unutup çıktık. Allahtan o gün yağmur yağmadı.

Yemekten sonra biraz yürüdük Gare Montparnasse’den geçtik. Buralar da oldukça hareketli yerler. Aksi istikamete gitseymişiz ünlü Pantheon ve Paris’in ilk ve tek minareli camiini ve külliyesini görecekmişiz. Genç yaşta geçen yıl kaybettiğimiz Demircili kardeşim Bülent Aslan bu caminin halılarını döşerken duyduğu gurur ve mutluluğu anlata anlata bitirememişti. Burayı göremedik ama iki gün sonra Köln merkez camiinin halılarını da onun döşediğini öğrendik. Otobüse atlayarak ünlü Eyfel kulesine doğru gittik. Geldiğimiz ilk gün Trocodero terasından Eyfel’i tepeden görmüş ve bol bol da resim çektirmiştik ama yanına kadar gidip, bahçesinde gezmeden, kuleye çıkmadan olmazdı.

Aman Allahım! Eyfel’in etrafı miting alanı gibi, her renkten, her milletten binlerce insan var. Otobüste gelirken çocuklu genç bir çift Türkçe konuşuyorlar ve biletsiz bindikleri için ceza yemekten endişeleniyorlardı. Biz günlük bilet kullandığımız için, önceki günlerden kalan iki bileti çıkardık verdik, çok sevindiler. Almanya’dan arabayla gelmişler yılbaşını Eyfel’de karşılayıp ertesi günü de çocukları için Disneyland’a gidip döneceklermiş. Komşu kapısı gibi.

Daha saat öğleden sonra 5 gibi olmasına rağmen Eyfel çevresi hınca hınç dolmuştu. Afrikalı mülteciler kovalara doldurdukları şişe, şişe şarapları, gazoz satar gibi satıyorlardı. Her turistik alanda olduğu gibi burada da Afrikalı, Bangladeşli mülteciler hediyelik eşya satıyorlardı. Pazarlık caizdir, 15 avroya sattıkları ışıklı Eyfel maketlerini 5 avroya kadar düşüyorlar. Üçü 5 avro olan Eyfel anahtarlıklarının da 10 tanesini aynı fiyata aldık. Hiç olmazsa konu, komşu, eş dostu sevindiririz dedik. Kule asansörü önünde de oldukça uzun kuyruklar vardı. Kuleye çıkmak neredeyse imkansız ve ortalık giderek daha da kalabalıklaşıyordu. Olağanüstü güvenlik önlemi de yoktu. Biz de bir an önce bu kalabalıktan kurtulup daha güvenli yerde karşılayalım yeni yılı diye düşündük.

İstikametimiz Arc de Triomphe, zafer takıydı. Orada da havai fişek gösterileriyle muhteşem bir karşılama planlanmıştı. Ancak oraya ulaşmak ne mümkün. Otobüs Place Cleber durağında aktarma yapacaktı. Eyfelin karşısındaki ilk gün gittiğimiz Trocodero terası ve cleber meydanı hınca hınç dolmuş ve yol kapanmış olduğundan şoför orayı baypas ederek sonraki durakta indirdi. Tabi o duraktan zafer takına giden otobüs yok. Metroya binelim dedik baktık ki o istikamete giden trenlerde ayakta bile yer yok. Aynı durumda beş yıl önce Roma’da başımıza gelen işi hatırlayarak oraya gitmekten de vaz geçtik. Zira trenler bu kadar doluysa meydan Eyfel’den de, Trocodero’dan da kalabalıktır düşüncesiyle kapağı otele attık. Biraz dinlenip üst baş değiştirdikten sonra yakındaki bir restoranda yer bulup oturduk. Hem ekonomik bir menü hazırlamışlar hem de bir Macar triosu mükemmel müzik yapıyordu. Çok keyif aldık her şerde bir hayır vardır derler ya çok doğrudur. Meydanlardaki kalabalıkta ayakta, üşüye üşüye beklemektense nezih bir restoranda yılbaşını karşılama çok daha iyi geldi. Gece yarısı da zaten patlayan fişeklerin ışıkları bizim oradan da görünüyordu.

Yeni yılı böylece karşıladıktan sonra ertesi sabah Paris’e hoşça kal (au revoir) diyerek Gar edu Nord’dan trene bindik. İstikamet Köln. Bir sonraki yazıda Köln’ü anlatacağım.

Kalın sağlıcakla…