Bugün havanın 30 derecenin altına düşmesi ve Eylül rüzgarının serinliğine güvenerek sabah erkenden çıktığım turlara bu defa 10.00’ da çıktım. Rota Aliağa 20 km..

Gencelli Sahiline Kozbeyli Kavşağından sola dönerek indim. Güzel bir Eylül esintisi denizi hareketlendirirken dalgalar sessiz vuruyordu sahile, okşar gibi. Bir müddet gittikten sonra Eylül esintisinde dalgaların yalnızlığının çırpınışını hissettim sanki. Kenarda banklara oturmuş insanlar yaz boyu dalgalarla oynaşır denizde çıpraşırken şimdi karşıdan bakıyorlardı denize. Sakin sürmeme devam ettim istesem de 16-18 km’den fazla hız yapamıyordum alışmıştım böyle sürmeye. Bisikletim MTB denilen model dağ bisikleti; kalın ve dişli lastikleri olan, aşağı yukarı motoruyla birlikte 20 kilo ve hız yapan bir model değil ben de onunla aynı modelim onun için bisikletimi çok seviyorum.

Gencelli’den çıktım önümde Çakmaklı Köyü vardı. Burası da sayfiye köyü sayılır. Sayılır dememi az sonra açıklayacağım. Yolu bilmeme rağmen bisikletler için telefon uygulaması olan bir navigasyon programı var, onu açtım. Çakmaklı’ya girmeden kenarından ve köyün camisinin yanından geçerken ufak çapta pazarımsı birkaç tezgah vardı. Bu yıl ağız tadıyla bi üzüm yememiştim. Birkaç giysi tezgahının arasında sebze tezgahına gözüm ilişti üzümü gördüm ama, al cami şadırvanında yıka selvi ağaçlarının uzun gölgesinde otur ye. Bu kadar lüks vaktim yok fazla açılmam demiştim. Bir gözüm saatte bir gözüm üzümde pedallar gidelim tekerler dönelim diyordu. Köyden çıkayıp diyorum ama o kadar çok kilit parke taşını yükselterek yol bariyeri yapmışlar ki adım başı. Bir araçla birlikte aşıyorduk bariyer engellerini ben kenarda az eğimli yerden geçerken o arkamdan geliyordu.

Yol kaplaması olan kilit parke taşı bitmişti asfalta girdim ona da asfalt denirse. Girmemle birlikte bir başka dünyaya geçtiğimi gördüm. Sağımda park ettirilmiş tırların dorseleri çekicilerin altlarına girebilmeleri için şaha kalkmış gibi duruyorlardı ama herbiri ejderha görünümlüydü bir de alttan bakınca daha heybetliydiler. Bir tek ağaç yok gölge de yoktu ejderhanın gövdesinin altındaki gölgeye girdim kör kör parmağım gözüne derler, düşer mi üstüme şimdi dedim. Şeytan burada kol geziyor çünkü, tehlike her yönden gelir gibiydi.

Gölgesinden önümdeki görüntüleri izlemeye başladım. Solumda kalan limana giden yolda tırlar ve üç dingilli uzun kamyonlar sürücüsüz hayaletler gibi gidip geliyorlar, sırtlarındaki kasalarından daha doğrusu dorselerinden taşıdıkları hurda demir, teneke, aklınıza metal olarak ne gelirse döke saça gidiyorlardı. Tozlu, bilhassa döküm tozunun kahverengisi kamyonları boyamış, uzaktan ufuk hattı görünümlü yolda giden tozla boyanmış kamyonlar, henüz doğu yönünü aşmamış güneşin ışınlarının önünde sürücüsüz hareket ediyor gibi ve başka alemin gizemli araçlarıydılar.

Tam solumda koyu yeşil renkli konteynerler üst üste hemen önlerinde demiryolu, bu alanda kahverengiydi. Biraz daha dikkatli bakarsam koyu renk tulumların içinde, başlarında gaz maskeleri, ellerinde otomatik tüfekli korkunç görünümlü insanları görecek gibiydim.

Allahallah burası neresiydi? Noluyordu burada? Kimdi bunlar? Benden başka insanların burada olup bitenden haberleri var mıydı? Aklım karışmış esrarengiz korkutucu soruları tahayyül ediyor kendi kendime soruyordum. Korku filmlerinin sahnelerini canlı olarak izliyordum. Aliağa, gemi söküm tesisleri, geri dönüşüm firmaları, hem de yıllardan beri çalışıyorlar. (Son günlerde haberlere konu henüz yolda olan asbestli gemi.) Uzun kollarının ucunda demir parmaklarıyla avuçladığı, hurda araçları metal olan herbir materyali kaldırıp presin altına yerleştirdiklerinin herbiri paket şekline geldiğinde üst üste yerleştirildiği depoların haricinde ülkenin her yerinden satın alınan paketlenemeyen metallerin depolandığı alanlar, kara gövdeli haddehaneler, tozlu, bozuk asfaltlı yollar, başıboş düzende parkeden tırlar sağda solda, aralarından sokaklarından binalarından girip çıkan boş dolu karınca misali bir telaşla çalışan çeşitli boyda renkte korkutucu görünüşlü araçlar. Yetmezmiş gibi, bu görüntülerin yakınında basık tepelerin üzerindeki enerji üreten dev pervanelerin kanat uğultuları Gulliver’in nefes alışını andırıyordu.

Kendi enerjisini üreten haddehanelerde bu metal eriyiği, görüntülü oynatımlarda demlikten dökülen çay masumiyetindedir. Oysa cehennemî sıcağın ve ateşin potalarda metallerin sıvılaştırıldığı kıpkızıl halleriyle bu başka dünyanın gece gündüz yanan cehennem ateşiydi. Birbirlerine yaslanmış sıklıkta duran kapkara haddehane yapılarının göğü delercesine uzanmış bacaları, bu cehennemî dünyanın zebanilerinin burunlarından çıkar gibi kara dumanlar, gri bulutlu gökyüzünü kapkaraya boyuyordu.

Bisiklet ile buraya 9 km yol yaparak gelmiştim ama görüntü karşısında kalakalmış şaşırmış ve karmaşadan, yorulduğumun farkına varmıştım.

Bu başka dünyanın havasını tozunu koklamak solumak istercesine, burnunu sokarcasına, yaklaşan, hala yapılan sayfiye evleri ve gelişen büyüyen Aliağa: Bir bölgesinde gemi söküm atölyeleri, bir bölgesinde plastik lastik elyaf gibi petro kimya hammaddeleri üreten Petkim, diğer yanda petrol rafinesi Tüpraş, öte yanda karaların kasvetinde üretim yapan demir çelik fabrikaları. Herbir üretim merkezinin önünde denize boylu boyunca uzanmış limanlar ve tonlarca yük götüren, hammadde getiren, bilmem kaç grostonluk açıklarda denize çaktırmadan boşaltılan sintineleriyle kirli denizde binlerce gemi.

Ve; sayfiye yazlık diye ölüp bayılan insanlar, kör kör parmağım gözüne bunca çevre, hava, su ve birçok olumsuzluğa, kirliliğe rağmen gidip çalışacağım çaresizliğinde ve deniz kıyısına yerleşeceğim hevesinde göçle gelen insanlar. Her geçen gün büyüyen sanayi tesisleri ve her geçen gün öyle veya böyle artan nüfus.

Bi 9 km daha pedallayarak eve döndüğümde Eylül’ün hüznüne değil ama insanların bunca olumsuz şartlarda yaşamasına üzülüp hasta olacağıma, yorgun düşeceğime, kuş sesli, ulu ağaçlı gölgelikli köy yolları rotamın vazgeçilmezi olmalıdır dedim...