Biraz gerilere gidelim zaten öne gittiğimiz yok, “Yürüyelim abiler ön kapı sıkıştı.” Diyen şoför bile kalmadı.

1970 yılı, Yıldız Mimarlıkta okuduğumun ikinci yılı. Yaz tatili Manisa’ya geldiğimde koca yaz vakit geçmiyor. istanbul’un havasını almışız suyunu içmişiz taşradan sonra İstanbul sarhoşu olmuşuz, geçer mi geçmez. Eh bir de meslek aşkı oluşmaya başlamış, Rahmetli Ustam Mimar Yaşar Mercül’ün Beyazfil’deki ofisinde çalışmaya başladım. Çok kısa sürede hem ustamı hem ofisteki gırgırı onun arkadaşlarının sohbetlerini sevdim. Onlarda beni sevdiler abi kardeşten ziyade arkadaş olduk. Benim Yıldız’daki proje hocalarım ile Yaşar abinin Dokuz Eylül Üniversitesi’nden asistan arkadaşlığı var. Ben onları anlatıyorum onlar da bana, her Manisa’ya gelişimde “Artizing Yaşar’a selam söyle” derlerdi. Ustamın onların arasındaki lakabı buymuş.


 

    Beyazfil’in (Sosyal Sigortalar Kurumu) asma katındaki ofis, asma katın merdiven holüne açılırdı. Holün bir köşesinde caddeye Mustafa Kemal Paşa Bulvarına bakan bir çay ocağı vardı. Çaycılık yapan Mehmet abi kafa dengiydi. Merdiven holünün caddeye bakan çay ocağının yanındaki  Mustafa Kemal Paşa Caddesine bakan genişçe pencerenin önüne, akşam mesai çıkışında (Caddeler o zaman boş, mesai bitimi kalabalık olurdu)  dizilip gelip geçeni, caddeyi seyrediyorduk. Pencerenin parapetini, önünü, sehpa gibi kullanır çay bardaklarını yudumlar yudumlar oraya koyardık. Ustamın arkadaşları Namık abi, Cengiz abi geldiklerinde pencere önü şenlenirdi. Cengiz abinin sesi güzel o geldiğinde fasılı kurar pencere kasasına vurarak tef gibi kullanır tempo tutardık. Merdivenden inen sigorta çalışanları gitmiş bina boşalmış hol bize kalırdı.


 

    Bazen ama, Yaşar abi “Bu öğlen tükürük köftesi yiyelim” dediği çok zaman olurdu. Yenihan’ın yanındaki köfteciden gazete kağıdına sarılmış bolca közlenmiş domatesli, biberli, (soğanı pek sevmem) dirseklerimizden akan yağlarla tükürük köftesini yer, arada bi yağ bulaşmış koyulaşmış gazetedeki yazılara gözüm takılırdı. 


 

    Bülent'in (Bülent Hasgönüllü) Pazartesi günkü yazısında hem Beyazfil hem gazete ve hem de gazete kağıdına sarılmış tükürük köftesinden bahsettiği yazısını okuyunca bu anılarım canlandı.


 

    Beyazfilin mozaik tarak sıvalı sütunlarının bilhassa revaklar altından veya caddeden geçenler bu sütunlara asılmış Bülent’in anlattığı bahsi geçen gazeteleri okurlardı. Tabii herşeyin mertliği bozulduğu gibi gazeteler de bozuldu! Fitness salonlarının bakkal dükkanı gibi çoğalmasının (artık bakkal dükkanları da çoğalmıyor, marketlerin demek lazım gelir ancak eski deyimler kullanmak ben gibi eskimişlere yakışıyor) nedeni, tamamen internet ve mobil telefon sevdası hem de karasından. Herşey parmak ucuyla bir tık kadar.


 

    Mutfaklara; yok seramiği, yok tezgahı, yok ocağı, fırını, blenderı, şimdi de airfreyi, dünya kadar masraf yapıyorlar. Artık mutfağın da mertliği bozulmak üzere hatta “Bu akşam dışarda yiyelim sevgilim. Serpme kahvaltısı çok güzel aşkım.” Öğleyin evde zaten kimse yok çalışıyorlar. Mutfaktan önce evlilikler bozuluyor. Başlıca nedenlerden biri, internet, getir yemek, götür beni.


 

    Tükürük köftesinin gazetesinden nerelere geldik. Avcılığı ile ünlü köyün birinde bir köylü yeni bir avcı fıkrası öğrenir, kahveye gidip anlatmak ister. Kahvede kimse de av muhabbeti yok, bekler konu açılsın da anlatayım diye. Bakar mevzuu açılmıyor. “Bommm” diye bağırır. Kahvedekiler “Allah tüfek patladı” derler. Bizim köylü “Hah hazır laf avcılıktan açılmışken” diyerek yeni öğrendiği fıkrasını anlatmaya başlar. 


 

     Laf Beyazfil’den açılmışken… 53 sene geçmiş.