Orman yangınları, seller, depremler, koronavirüs derken birçok badireyi arkada bırakmak ve ülkece geleceğe ulaşmak için çalışmaya devam ediyoruz. Gelecek; bizler için eşitlik, refah, çağdaşlık, ekonomik özgürlük, bağımsızlık gibi unsurlar üzerinde yatıyor. Bu geleceğe ulaşabilmek için ise kesin görüşler, radikal kararlar, alışılagelmeyeni söyleyebilmek gerekiyor.
Şu anda ülkemizin üzerinde esen kara bulutları görebiliyor musunuz? Bunu kötümser olmak, bozgunculuk yapmak, karamsarlığa sürüklemek için söylemiyorum. Yukarıya bakın. Yangınların arkada bıraktıkları kızıl bulutlardan bahsetmiyorum. Yakın zamanda toplumsal düzeyde maalesef ve zorunlu olarak(!) ırkçı hareketlere varacağını düşündüğüm bulutlar bunlar…
Temiz kalpli, saf ve iyi niyetli(!) Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü (UNHCR)’ a göre Türkiye, 3,5 milyondan fazla Suriyeli mültecinin yanı sıra 320 bin kadar diğer uyruklardan mülteciye ev sahipliği yapıyor. Genel olarak söylemlerde Türkiye’yi bir köprü olarak kullanmak isteyen mültecilerin hedefinde ise diğer Avrupa ülkeleri bulunuyor ancak bahse konu Avrupa ülkeleri bizler kadar sıcakkanlı bir politika izlemiyor.
Son 3 günde süregelen mülteci tartışmalarını bilmeyen yok.
İstanbul’da kamyon dolusu Afgan mültecinin sokaklara bırakıldığı videolar.
Sınırlarımızda bulunan duvarları tırmanarak aşan mültecilerin videoları.
Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın, belediye meclisinde mültecilere karşı gösterdiği tavır.
Taliban’dan kaçarak Türkiye’ye sığınmış ve bu güzel ülkenin nimetlerinden sıradan bir Türk vatandaşından belki de daha iyi faydalanan ismi lazım değil bir Afgan gazetecinin Türk gençlerine hakaret etmesi…
Bir mültecinin 10 yaşındaki bir kız çocuğunu taciz etmesi.
Bir mültecinin otobüste çocuklarının yanında olan bir kadının vücudunu kayda alarak ayıplaması.
En ilginci olarak ise, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya, "Benim askerim, polisim öleceğine onlar ölsün. Biz mecbur muyuz ölmeye" diyen vatandaş.
Teknolojiye giriş çağında yaşıyoruz. Toplumun nabzını az da olsa koklayabilmek için internete bakmanız yeterli oluyor artık.
Sizce tüm bu tartışmalar nasıl bir hissiyat yaratıyor Türk vatandaşlarında?
Yukarıdaki soruya yanıt olarak, bir arkadaşımdan yakın zamanda işittiğim cümleyi harfi harfine yazmak istiyorum:
‘Ben nesillerdir bu topraklarda yaşıyorum. Bu ülke için çalışıp vergimi ödüyorum. Bu ülke için sevinip bu ülke için endişeleniyorum. Sadece ben değil, babam da annem de onların büyükleri de öyleydi. Şimdi dışarıdan gelenler benimle aynı haklara sahip oluyor. Benim, bu ülke için endişelenmeyen onlardan ayrıcalıklı olmam gerekmiyor mu?’
Güncel tartışmalarda Suriyelilerin ya da genel olarak ‘sığınmacıların’, belli bir zaman geçtikten sonra bu ülkede yaşayan bireyler olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsil edilmek isteyeceği geçiyor.
Benim bakış açım ise tam tersi.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Versay Antlaşması’nı imzalamak durumunda olan Almanya’nın sonraki dönemlerinde Adolf Hitler’in kazandığı toplumsal gücün birçok dayanağı vardı. Alman halkının kendi toprakları üzerinde yaşayan diğer azınlıklardan daha üstün olduklarını hissetme arzusu birçok unsurdan sadece biriydi ancak yine de etkisizdi diyemeyiz.
Aslında oldukça etkiliydi hatta.
Yine de Türkiye’de yeni bir Hitler doğacak demek çocuksu olurdu.
Ancak...
Benzer fakat daha güncel, daha akla yatkın görüşlere sahip siyasetçilerin ortaya çıkabileceğini düşünüyorum.
Elbette doğrudan bir düz mantık kurmak imkansız.
Nasıl ‘Kristal Gece’ (Kristallnacht) ile ‘6-7 Eylül Olayları’ birbirinden mantık olarak da alakasız ise bu da öyle…
Yalnız bu “sığınmacı” sorununu küçümsemek, bizim için hayati bir hata olur.
Çünkü gözlemlediğim kadarıyla toplumda istemez bir hava var.