Başlığa bakıp da 27 Mayısın yıldönümünde oldu mu bu şimdi Naci Bey? Dediğinizi duyar gibi oluyorum. Nedenine gelince… Bu dize, kahraman ordumuzun subaylarının yetiştiği Harp Okulunun marşından alınmadır. Ne yazık ki, ordumuzu her zaman el üstünde tutan asker millet kabul ettiğimiz aziz Türk milletinin iradesini hiçe sayan hain darbenin 56. Senesini bu günlerde dolduruyoruz. 27 Mayıs mezalimini bizzat yaşamış biri olarak bu günler geldiğinde tüylerim hep diken, diken olur. Güzelim Harbiye Marşından da Plevne Marşından da beni ve benim gibi 27 Mayıs mazlum ve mağdurlarını, soğutan zihniyeti bir kere daha lanetliyorum. Allah bir daha o günleri yaşatmasın.
Gençler bilmeyebilir, bu iki marş 27 Mayıs'ın simgesi olmuşlardı, radyolar adeta halkı isyan ettirircesine her an bunları yayınlarlardı. Çocuk yaşımda bu iki marşa karşı gayri ihtiyari bir tepki oluşmuştu bende. Halbuki her ikisi de ne kadar insanın kanını kaynatan, kahramanlık ve milli duyguları yücelten eserlerdir. Yazık oldu, bu iki güzel marş da toplumun bir kısmında kin ve nefret duygularını körükleyen ezgiler olarak kaldı hep akılda. Darbecileri, hukuku katleden sözde hakimleri, savcıları, işkencecileri bu gün kim hatırlıyor? Oysa darağacına giderken bile "Hiç kimseye kırgın değilim, hayata veda ettiğim bu anda aileme ve milletime ebedi saadetler dilerim" diyen şehit Başvekil Adnan Menderes ve kader arkadaşları Zorlu ve Polatkan milletin gönlünde ebediyen kalacak bir yer edinmişlerdir.
27 Mayıs mezaliminin 56. Yılına böylece değindikten sonra gelelim asıl konumuza. Gerçekten de Yıldırımlar yaratmakta üstümüze yoktur. İlk yıldırım 1983'te düşmüş Türkiye'nin üstüne. Rahmetli Özal'ın 8. Cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin ardından ANAP gurubunun belirlediği 16 Türk büyüğü arasından Rahmetli Özal, Yıldırım Akbulut'u Başbakan olarak atamıştı. Ardından da ANAP büyük kongresi onu hem genel başkan hem de Başbakan olarak seçivermişti.
Yıldırım Akbulut'un başbakanlığı 2 yıl bile sürmedi, bir taraftan merhum Süleyman Demirel'in ustaca muhalefeti, diğer taraftan parti içi çalkantılar onu koltuğundan etti. 15 Haziran 1991'de yapılan ANAP büyük kongresinde Mesut Yılmaz'ın karşısında tutunamadı ve genel başkanlığı kaybetti. Bu olay Türk siyasi tarihinde bir ilkti, başbakan olarak girdiği kongrede kendi delegelerinin güvenini alamayan bir başbakan olarak tarihe geçti. Hatalarıyla sevaplarıyla tarihe mal oldu, hakkında en fazla fıkra üretilen başbakan oldu.
İkinci Yıldırım vakası ise geçtiğimiz Pazar günü AKP Kurultayında yaşandı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın işaret ettiği Binali Yıldırım 1405 delegenin oyuyla AKP'nin 3. Genel başkanı olarak seçildi. Her ikisinin de geliş şekli birbirine çok benziyor. Bir farkla ki, Yıldırım Akbulut Özal'ın Cumhurbaşkanı olmasıyla boşalan koltuğa Özal tarafından atanmış, Binali Yıldırım ise 24 milyon oyla ve halkın iradesiyle seçilmiş bir başbakanın halledilmesiyle o koltuğa aday gösterilmişti.
İki Yıldırım arasında inanılmaz benzerlikler var. Dilerseniz sıralayalım:
Birincisi her ikisi de Erzincanlı. İkincisi ikisinin de hatipliği zayıf. Üçüncüsü ikisi de büyük şeflerin aradığı vasıflara sahip, yeni moda tabirle "düşük profilli". Her ikisi de liderlerinin başbakanlıkları dönemlerinde bakan olarak sınanmış, sadakatlerinden kuşku duyulmayan siyasetçiler. İkisi de milli iradenin oylarıyla değil liderlerinin işaretiyle başbakanlık koltuğuna oturdular. I. Yıldırım fıkralarıyla ünlüydü, II. Yıldırım ise şimdilik sadece karikatürlerle, bin Ali, in Ali ve benzer yakıştırmalarıyla anılıyor. Kurcalasak belki başka benzerlikler de çıkarabiliriz.
Şimdi, kamuoyunun beklediği başka bir soru var. Acaba II. Yıldırım'ın akıbeti de birincisine benzeyecek mi? Bugünkü meclis aritmetiğine, meclisin ve iktidar partisinin yapısına ve siyaset yapma kapasitesine bakarsak, II. Yıldırım birincisinden daha şanslı. Neden mi? Söyleyelim.
Birincisi AKP içinde muhalif bir hareketin palazlanması fevkalade güçtür. MKYK seçimi ve kabinenin teşkili bunu açık bir şekilde göstermektedir. Ne elde ettiği seçim zaferine rağmen, başbakanlık ve genel başkanlık makamını bir gecede terk eden Davutoğlu'nun ne de kamuoyunda saygın bir yeri olan Ali Babacan'ın böyle bir hareketi başlatacak niyeti ve gücü yoktur. Yani AKP içinde bir Mesut Yılmaz'ın çıkma ihtimali zayıftır.
İkincisi, muhalefet koltuğunda bir Süleyman Demirel yoktur. Ne Kılıçdaroğlu'nun, ne de Bahçeli'nin Anadolu'yu il, il, ilçe, ilçe, köy, köy, karış, karış gezecek, iktidarın ipliğini pazara çıkaracak gücü ve arkalarında halk desteği yoktur. Yani Anadolu semalarını inleten "silkele Demirel düşecekler" nidalarının yeni versiyonunu bu muhalefetten beklemek saf dillik olur.
Bana göre bu meclis çatısı altında bu muhalefeti sürükleyerek, iktidarın yolunu aralayabilecek tek bir kişi vardır. Rahmetli Demirel'in rahle-i tedrisinden geçmiş, onun metot, tarz ve argümanlarını kullanabilen, kürsüye hakim, dinletmesini bilen, ülkeyi yönetebilme becerisine sahip, kitlelere umut verebilecek tek bir kişi vardır. O da İstanbul Milletvekili Sayın İlhan Kesicidir.
Davutoğlu Hükümetinin programının müzakerelerinde Kılıçdaroğlu CHP adına kürsüyü Sayın Kesici'ye vermişti. O da bu fırsatı fevkalade güzel değerlendirmiş, birden kamuoyunun gündemine oturuvermişti. Şimdi merak ediyorum, acaba Sayın Kılıçdaroğlu Yıldırım Hükümetinin programının müzakerelerinde kürsüyü gene Kesici'ye verecek midir? Yoksa bir anda merkez sağın lider adayları arasında anılmaya başlayan Kesici'yi pasifize etmeye mi çalışacaktır. Kılıçdaroğlu şunun farkına varmalıdır. Türkiye'nin huzura kavuşması merkez sağda güçlü bir alternatifin ortaya çıkmasıyla mümkündür. CHP'nin tarihi misyonunu gerektiği gibi sürdürmesinin de yolu budur. Öyleyse, basit siyasi hesaplar yerine ülke çıkarını önde tutmalı Kesici'ye yol açmalıdır. Kalın sağlıcakla.