Bu bir hayat, hayatta kalma mücadelesidir.

Bir kadın… Adı kadın!

Ruhu, varlığı beş para etmez kocası çekip gittikten sonra zihinsel engelli 4 yaşındaki kızıyla öylece kalakalanlardan. İş yok, güç, yok. Başını soktuğu evin kirasını ödemek, aç karnını doyurmak için evlere temizliğe gitmekten başka çaresi yok!

Daha önce de söylemiştim! Babalar ne kadar güçlüyse kız çocukları o kadar güçlüdür hayatta… Kız çocukları, hayata karşı direnç gösterecek gücü ancak babalarından aldıkları cesaretle bulabilirler!

Bu yazılı olmayan hayatta kalabilme kanunu hiç değişmiyor! Bu hikâyede olduğu gibi…

***

Saatler ilerledikçe gelmeyeceğini, bir sorun olduğunu anlamıştım! Evin kiri pası bir yana, O’na ne olmuştu?

Çok geçmeden çalan telefon ve karşımda önce güçlü durmaya çalışan sonra dağılan, yıkılan bir kadın!

Beş para etmez koca, türlü yalvarışların ardından “kızımı özledim” bahanesiyle geldiği ‘terk ettiği karısının evine sığınmıştı yılbaşı gecesi.

Pek çoğumuzun başında kukuletasıyla oturduğu lüks sofraların şenliğine inat o gece, o evde bir insanlık dramı yaşanmıştı.

Zaten sarhoş geldiği kadının evinde daha da sarhoş edip kendini, kadına şiddet uygulamıştı…

Hıçkırıklara boğulan sesindeki hikayeye ne ‘dur!’ diyebildim ne de uzatabildim elimi hikayesine.

İki ağlayan kadındık artık! Kadınlar neden ağlatılıyor hep bu ülkede?

“Senin ailen yok mu? diyebildim sadece…

“Var” dedi!.. “Boynumdaki yüzümdeki, morlara bakıp “iyisin, iyi” dediler ve gittiler. “

Sessizlik…

“Ne yiyorsunuz ne içiyorsunuz diye sormadılar bile… Sen sordun, onlar sormadı.”

Belli ki faydası yoktu babasının bu çaresiz kız çocuğuna…

Kirasını, zihinsel engelli kızı için verilen devlet yardımı, faturalarını ise sosyal hizmetlerden aldığı geçim aylığı ile karşılayabilen kadın; yarı aç, yarı tok yaşadığı o evin içinde çocuğu için ayakta kalmak zorunda olan bir anneydi aynı zamanda.

İnsan oluşu hiçe sayılmış, kadınlığı örselenmiş, ruhu bin parçaya bölünmüş olsa da; açlıkla sınanmış, yoklukla korkutulmuş, kendi çaresizliğinde boğulmuş olsa da bir çocuğun annesi olmanın ne demek olduğunu bilen bir kadın.

Bildiniz mi, yokluk nasıl bir şey? Yokluğun çaresizliğini anlayabildiniz mi?

Defalarca kez “Beni, kocamı her defasında affetmeye zorlayan şey bu çaresizliğim işte” demesine hak vermeye gönlüm razı gelmese de anlamaya çalışıyorum en azından.

Yediği dayaktan vücudunu milim kıpırdatacak hali yokken, ruh bulduğu eti bunca acı çekerken, anlamaya çalışmaktan başka bir çaresizlik de yok zaten!

***

Geri dönüyoruz, biz eğlenirken sıcak evlerimizde o yılbaşı gecesi, o evde neler yaşandığına. Ölümüne yediği dayağın ardından karakolluk olmuşlar. Yediği dayağı, sabaha kadar bir de polislere anlatmış. Darp raporu aldığı doktorlara, Şiddet Önleme ve İzleme Merkezi görevlilerine…

Beş para etmez koca, salıverilmiş. Uzaklaştırma kararı çıkmış hakkında. Bir daha döverse elektronik kelepçe takılacakmış. Bir daha döverse hapse girecekmiş.

Tam burada kadın kendi sözünün arasına giriyor, “O arada ben ölmezsem tabii ki!”

Çünkü ölüyorlar… Yüzlercesi, binlercesi gibi bu kadınlar sonunda öldürülüyorlar.

Her gün, bir yerlerde kadınlar katlediliyor, her gün yeni bir kadın cinayeti haberi okuyoruz, görüyoruz. Herkesin gördüğünü bu kadın da görüyor! Defalarca kez yediği ölümcül dayağın sonunda nereye varacağını biliyor.

“Öldürecek beni bu adam, koruyun beni diye yalvardım ama prosedür böyleymiş dediler” diyor.

***

Bir futbol hakeminin yediği tokat kadar ağırlığı olmayan kadının sesini duyan, duyuran kimse kalmadığı için bu ülkede, kadınların dövülmesi, sövülmesi, hor görülmesi kutsanmış bir kanun gibi çıkıyor her yerde karşımıza.

İhbar ediyorum! Adı kadın…

Bu kadın da diğerleri gibi ölürse kendi çaresizliğinde, suçlusunuz kanun koyucular… Suçlusunuz kanun uygulayıcılar… Ve suçlusunuz elini uzatmayanlar, kulağını tıkayıp gözlerini kapatıp görmezden gelenler.