İlkokuldayım. Çocukluğumuzda mahalle kavgaları olurdu. Çocukça kavgalar, bir iki dalaştan sonra araya diğerleri girer kavga biterdi. Çoğu, benim babam senin babanı döver olarak başlardı. İşte yine böyle kavgalardan birinde baktık pabuç bağlı, arkadaşlarımdan biri hengamede bağırdı “Azmi len, koş köpeği al.” Bağ Zamanı yılın üç ayı bağımızda bekçilik yapan Koca Gudo diğer aylarda çok sokağa çıkarılmaz arada bi ayakları açılsın diye gezdirirdim adına gezdirmek denirse tabii, alır beni zincirinden asılarak, benim istediğim yere değil kendi istediği yere sürüklerdi. Koşarak gittim Gudo’yu zinciriyle beraber çıkardım sokağa, kavgaya doğru koşuyoruz. Zincirini, demir atmış geminin çapa zinciri gibi germiş vaziyette, azgın bir şekilde beni asılırken, gergin zincirin bağlı olduğu tasmadan boğazı acıdığından ağzından salyaları akar kuduz görünümlü vaziyette hırlayarak çocuklara doğru koşmaya çalışırken kaçan kaçanaydı, hatta sadece kavgacı çocuklar değil benim arkadaşlarımda onların peşinden kaçıyorlardı.


 

Her çocuk gibi hayvan sevgisi baskındı. Yıllar sonra bahçemiz küçülmüştü ama ağabeyimin av köpeğinin küçük bahçemizde bir kulübesi vardı. Her Pazar ava giderler, onun haricindeki günler sessiz sedasız kulübesinin önünde oturur arada bi severdim ama Pazar olduğu gün kulübede bir hareketlilik başlardı. İnce zinciri bir kapının girişine vurur bir gerginleşirdi belli ki ava gidecek. Bu hareketlilik her pazar olurdu. Rahmetli ağabeyime “Ya abi bu Çiçeğin kulübesinde takvim mi asılı Pazar olduğunu nerden anlıyor” derdim.


 

Sonra bizim Batuhan’ın çok köpeği oldu. Kurt köpeğinden kangalına kadar besleyip yetiştirdi. Şimdi adına Deliorman denilen domuz avında çok başarılı olan bir cins köpek besliyor bir değil bir sürü. O kadar eğitimliler ki barakalarındayken hiç biri havlamıyor, yılışıklık yapmıyor, yemekleri çanaklarına konmadan hiçbiri çanağına yanaşmıyor Batuhan’ı çok seviyorlar. Onlarda Pazar oldu mu, bugün ava beni götürsün deyip arabanın koltuğuna atlayıp yerlerini alıyorlar.


 

Köpek dostlarımızla bu kadar içli dışlı olunca onları gördüğümde gözlerimle, sesimle seviyorum, ses tonu onlara yetiyor. Samimiler, iki yüzlülükleri, menfaat ilişkileri yok. Yiyecek verirsen mutlu oluyorlar. Ellemiyorum, ellerimi yıkama gibi bir tikim var sokakta suyu nerede bulacağım zor, onlarla konuşuyorum. Bir tanesi boynunda kırmızı tasması var. Yanından her geçtiğimde “Yakışıklı” diye sesleniyorum ben yürürken bir müddet bana eşlik ediyor sonra tekrar yerine dönüyor.


 

Foça: Sessiz kumsallarda dalgalar çağlıyor, kıyıya okşar gibi dokunan suyun kıvrımların bir diyeceği var sanki duymak için bu çırpıntıları sokulduğunuzda berrak denizin yakınına, enginlerin ürküten parlament laciliği sahilde davetkardır adeta konuşmak ister gibi duygularınızı dile getirir. Yazlıklar bir bir pancurlarını indirirken neşeli sesler kahkahalar duyulmaz oldu bahçelerden. Arkalarından koşup onların oyunlarına katılan dostları çocuklar, okullarına olmasa da görüntülü eğitimin başına oturdular. Ekim’in serinliği saklandıkları gölgelerden dışarı çıkmaya başladı. Güneşi ne kadar içinize çekseniz de ince ceket, kısa yelek, bahçede sonbahar çiçeklerini seyretmenize zaman ayırıyor. Yazın açılıp açılıp dökülen Japon Gülleri


 

Toz ve onların boş kaplarını uçuran Ekim rüzgarlarının savurup getirdiği yalnızlıklar, açlıklar; iki mama, bir dilim ekmek, bazen parça kemiklerin, sevgi yumağı dostların yerini aldı. Bazılarında; bir kuytuya sokulmuş, duvarı siper etmiş, kulaklarını kısmış, yüzü mahzun, kuyruğuna taş bağlanmış gibi sallayışı ağırlaşmış, isteksiz, garipsi tanımıyorum ama belki ümitli kaş kaldırıp bakmalar, tanımadıklarına mahcupsu, garipsi tepkiler, üşüme belirtilerin olduğu halleriyle yalnızlığa alışmalar.


 

Yarın yağmurlar başlayacak, ardından soğuk, Foça'nın ayazı yalayacak her yeri buz tutacak içmeleri için su bırakılan kapları. Bazıları gururlu çöp bidonlarının yanında değil karşısında bekliyor olacak ama çöp bidonları dahi boş şimdi. Sevilmelerini dahi belli edemeyecekler. Artık sırtını sıvazlayan, başını okşayan, nazlarını çeken tanıdık simalar da yaz boyunca bahçesinde oturdukları evlerini, çocuklarıyla kumsalda sahilde koşuştukları anları, denizin çırpıntısıyla başlayan yaz aşklarını, çay bahçeleri, kafeleri, hepsi geride kaldı. Kağıt üzerine konulan birkaç balık kılçığını, bahçede mangal keyfinde duman dumana giden etlerin kemiklerini onlara verirken dostluk oluşmuştu. Ama bir dahaki yaza kadar o, bir tek başının okşandığı, sırtının sıvazlandığı, karşılıksız sevgileri olan dostları onları unutmazlar. Yazın serinletsin diye iyot kokan Meltem’in yerini, kışın yelkenleri inmiş kadırgalara forsaların azgın dalgalara burun verdiren Lodos, denizi kaldırıp kaldırıp yere vururken öfkesinden kükreyen azgın sular göğe erişecek kadar yükselse de Lodos’un önünü kesemez. İşte bu Lodos’la pata pataların sesleri kısılır, balıkçı kahvesinde camlara vurarak efelenen denizi, bu mahşeri seyreden müdavimler soba kenarında pusmuşlar, tahta sandalyelerine sıkıca sarılmışlar sigarayı peşi sıra dumanlasalar da nafile o deniz bu deniz mi? Balıkçı kahvesini sığınacak liman gören dostlar, kemiklerine kadar işleyen ayazı, bazen karı, buz olup yağan yağmuru, bi dahaki seneye diyen çiftçiler gibi seneye yaza bekleyecek dostlarını.