Kim ne derse desin, bugün dünya tarafları belli olmayan, devletler hukukunda yeri olmayan, gayri nizami bir III. Dünya savaşının eşiğindedir. Dileyelim ki; akıl ve sağduyu politikalara egemen olsun ve karşı tarafı belirsiz olan bu savaşta terörizme karşı tüm uluslar ve devletler birlik içinde hareket etmeyi becerebilsinler.
20. yüzyılın başlarında dünya ilk kez Avrupa merkezli bir dünya savaşıyla tanıştı. Ardından II. Dünya savaşıyla yaralar daha da derinleşti, atom bombasıyla tanıştı, savaş tüm dünyayı içine aldı. İki dünya savaşı milyonlarca cana mal oldu, toprağa verilen gencecik fidanların, dini, ırkı, milliyeti, etnik kimliği hiç fark etmiyordu. Ne uğruna savaştığını bilmeyen 10 binlerce kilometre uzaklardan gelip savaşan bir nesil yabancı topraklarda yatıyor.
I. Dünya Savaşı mağlubu Osmanlının tarihinde hiçbir dönem boyunduruk kabul etmemiş, bağımsızlığına, özgürlüğüne, milli ve manevi değerlerine bağlı halkı, ağır bir yenilgiye rağmen fakrı zaruret içerisinde adeta zümrüt-ü anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğarak milli mücadeleyi zaferle sonuçlandırmış ve yeni Türkiye Cumhuriyetini vücuda getirmiştir. Elbette ki bu zaferin kazanılmasının arkasındaki en büyük güç Türk milletinin hürriyetlerine ve değerlerine sadakati kadar Milli Mücadele hareketinin yola çıkışının arkasındaki milli egemenlik, bağımsızlık ve "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" ilkeleridir.
O nedenledir ki Türk milletini meydana getiren tüm unsurlar tek bayrak, tek millet olmayı kabullenmişler ve yurtta barış ilkesi etrafında birleşebilmişlerdir. Mustafa Kemal'in "Ne mutlu Türküm Diyene" sözü ise bunu pekiştirmektedir, zira o "ne mutlu Türklere veya Türk olanlara" değil "Türküm diyene" diyerek Türk milletinin bütün unsurlarını kucaklamasını bilmiştir. Esasen tek bayrak altında toplanan milleti ayrıştırmaya yönelik tüm kalkışmaların da İngilizlerin böl ve yönet düsturu ve bugüne kadar uzanan süreçte diğer emperyal güçlerin kışkırtması olduğunu görmemek safdilliktir.
Kim ne derse desin, I. ve II. Dünya savaşları sonrası yeni dünya düzeninin oluşumunda etkin olan, ne Lozan, ne Yalta, ne San Fransisco Konferansları ya da Truman Doktrini, Eisenhower doktrini değil hepsinin esin kaynağı olan Atatürk'ün "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" ilkesidir. Bir hafta önceki Viyana zirvesinden çıkan sonuç da aynı ilkenin tezahüründen başka bir şey değildir.
Türkiye'nin de imzalayarak dahil olduğu Birleşmiş Milletler 1945 yılında San Fransisco Konferansında kurulmuştur. Tam da Yurtta Sulh Cihanda Sulh ilkesinin bir sonucudur. Türkiye bu anlaşmayı imzalamakla demokratik hayata geçişin de önünü açmış ve çok partili düzene geçmiştir. Ancak Milli Şef İnönü 1946 seçimlerinde iktidar değişikliğine izin vermemiş, hileli seçim sonucu iktidarını korumuştur. Roosvelt'in ölümüyle ABD Başkanı olan Harry Truman ise 1947'de ilan ettiği ve kendi adıyla anılan Truman doktrini ile Komünizm tehdidi altında olan başta Türkiye ve Yunanistan olmak üzere Doğu Bloku komşusu ülkelerin kalkınmalarına destek olmak üzere maddi yardım kararı almıştır. Bunu Marshall yardımı takip etmiştir. Türkiye'de bilinenin aksine Marshall yardımını kabul eden ve buna karşılık serbest seçimlerin yapılmasına cevaz veren ve faydalı yönlerine rağmen Komünist bir modeli andıran Köy Enstitülerinin kapatılmasına karar veren İnönü iktidarıdır. Eisenhower doktrini ise bu yardımları Ortadoğu ve İslam dünyasına yaygınlaştıran yeni bir modeldir. Menderes Hükümeti de bunu desteklemiş Bağdat Paktı CENTO ve benzeri kuruluşlarla Ortadoğu'da huzur ve sükunu tesis etmeye yönelik oluşumları desteklemiştir. Başarılı da olmuştur. Türkiye Cumhuriyetinin tüm Hükümetleri Başta Menderes Hükümetleri olmak üzere Ortadoğu'da barışın tesisi yönünde Yurtta Sulh Cihanda Sulh temeline dayalı tüm modelleri desteklemişlerdir. AKP iktidarında Abdullah Gül Hükümeti de, Sayın Gül'ün Dışişleri Bakanı olduğu Tayyip Erdoğan Hükümetleri de benzeri politikalar izlemişlerdir, ta ki; "Stratejik Derinlik" batağına saplanana dek.
Paris'teki hain terör saldırısı umarım dünya liderlerinin de gözünü açmıştır. Bunun belirtileri Viyana zirvesinde kısmen de olsa görülmüştür. Ankara'daki, Suruç'taki hain terör saldırıları, Lübnan'daki, Kenya'daki Ortadoğu'nun muhtelif yerlerindeki saldırılar ve eylemler yetmemiştir, ama Paris Saldırısı Terör sorununu, IŞİD tehdidini gündemin birinci sırasına oturtmaya yetmiştir. Umarım bundan sonra aklıselim galip gelir.
Maalesef Paris saldırısını yanlış okuyanlar da olmuştur. Saldırıyı İslam düşmanlığına çevirmeye yönelik İslamafobik değerlendirmeler, ırkçı ve dinci yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Fransız halkının veya Avrupalıların tabii ki tümü böyle değildir ama marjinal de olsa çok tehlikelidir. Maalesef Türkiye-Yunanistan futbol karşılaşmasında saygı duruşunu ıslıklayan sayıları azda olsa bir takım kendini bilmezler buna çanak tutmaktadırlar. Peki bu insanlar nereden çıkmıştır? Hoşgörü dini mensubu gerçek Müslümanların kendi bayrağı kadar başka ulusların bayraklarına da hassasiyet gösteren yüce Türk milleti içinden marjinal de olsa nasıl böyle densizler çıkabilmiştir? Politikacıların, toplum önündeki insanların, yazar, çizerlerin bu konuyu hassasiyetle değerlendirerek uyarıcı olmaları gerekmektedir. Fatih Terim futbol konuşacağı toplantının önemli bölümünü bu meseleye ayırmıştır. Herkese de örnek olmalıdır.
Sonuç olarak Ortadoğu'da ve ülkemizde kalıcı ve sürekli barış istiyorsak, Türkiye Cumhuriyetinin fabrika ayarlarına geri dönerek "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" ilkesine dayalı dış politika anlayışına sahip olmalıyız. Tıpkı Rahmetli Menderes'in, merhum Fatin Rüştü Zorlu, merhum Demirel ve merhum Çağlayangil'in başardıkları gibi ABD, Rusya ve Avrupa'ya da aynı yönde politikalar üretmelerini, Truman Doktrini, Eisenhower doktrini gibi modeller geliştirmelerini önermeliyiz.
Barış içinde, huzur içinde sağlıkla kalın