Sokaklar boşalmış eylül esintilerinin yerdeki yaprağı kaldıracak kadar takati olmasa da süründürüyordu. Yaprakların üçü beşi bir kuytuda dertleşir gibi toplaşıp bir sağa bir sola yalpalayarak kuytu köşeden çıkmaya çalışıyorlardı. Boyu uzamış gölgeler ile sokaklar serinlemişti. Güneş gören yerleri boylu boyunca uzanmış köpekler almış, güneşin olduğu yerlerde dağınık bir şekilde yer tutmuşlarken sessizlik, uyandırmamak için daha bi duyulur olmuştu.

Zincir sesinin çırçırladığı bir bisikletli yanımdan geçerken selam verdi. Biraz yüksek sesle karşılığını verirken gayri ihtiyari elimi kaldırmıştım. Bir müddet öyle kaldım, bu arada duraklamıştım.

Çocukluğumdaki bisikletimi hatırlatmıştı. Selam veren bisikletlinin bisikleti de koyu yeşil zincirinin koruması vardı. Bir anda aklımdan geçen çocukluğumdu beni duraklatan. Eski sonbaharlarımdı aklımı dalga dalga dalgalandıran. Her iniş çıkışta bir anı aklıma geldi sonunu getiremediğim hatıralarımın.

Sonunu getirmek arzusu ile kafamı zonklarcasına meşgul ederken sahile inmiştim. Denizden gelen rüzgar kendime getirdi yakalarıma rüzgardan önce ben sarıldım üstümü başımı toplarken gardımı almıştım.

Biraz oturayım dediğim kahvenin boş sandalyelerin nizamlı intizamlı dizilişleri sabahtan beri gelen gidenin olmadığının sandalyece anlatımıydı. Üç ayrı masada üç ayrı kişi oturuyordu dördüncü masa ve kişi ben olmuştum.

—Selamün

Aleyküm.

—Aleykümselam.

Denizin dalga sesine karışan bir selamdı. Kişilerden biri başını kaldırıp bakmıştı bir diğeri denize dalmış diğeri selamdan sonra boş kalan dudaklarına sigarasını yapıştırmıştı. Bugün de elim hep havaya kalkıyordu. Sessizlikten olsa gerek. Sanki sessizliği pekiştirmek için duyurmak için güçlendirmek için kaldırıyordum elimi.

Havadaki elimi gören kahveci “Ne getireyim abime” dedi. “Kahve, sade olsun.” Bir yerde duymuştum kahveye şeker atmak kahveyi boğar diye. Boğar mı, bozar mı orasını anlamamıştım. Ama ikisi de geçerliydi. Yanık olmayan az kavrulmuş ekşimsi tadı kaybolmayacak şekilde pişirilmiş kahveye şeker atmak, sindirmezdi kahveyi. Suyla beraber getirdiği sapsız fincanı yanımda doldurdu dumanı tütemeden, rüzgar mı esinti mi sonbaharın adeti mi kokusunu dağıttı. Burnumun yanından geçmiş olmalıki gurbet koktu memleketim, karaköy, aklıma geldi.

Muharrem’in kahvesi.

Karmaşık duygular, hasret, gurbet, özlem hepsi bir sarmaş dolaş olmuş boynuma sarılmıştı.

Denizmiş, rüzgarmış, ürperti, dar sokaklar, yatan köpekler, sonbahar, düşen yapraklar. Aklımda açılan kapılar, uzayan gölgeler gibi karanlığa uzanan, sonu hatıra gelmeyen hatıralar.

Bisikletim yine aklıma geldi; çocukluktan çıkıyordum gençliğe adımlarım sıklaşıyordu, liseye yeni başlıyor yaz aşklarının sonbaharla bitişi. Yeni ufuklara, dostluklara yelken açışımın gençlik rüzgarları da böyleydi.

Sonbaharlar hep ayrılık demek, yapraklar gibi düşüyor insan hayatları bir bir.

Hem de hüzün.

Yağmur mevsimi yaklaşıyor, hayat sırılsıklam.

Kimine şemsiye verir, kimine zemheri.

Olsun.

Ne gelirse, Hak’tandır.

Hak’tan gelene eyvallah.