Komşu Yunanistan iflas noktasına geldi, Pazar günü kritik bir oylama var. Türkiye'de seçimlerin üzerinden bir aya yakın bir zaman geçti hiçbir anayasal engel olmadığı halde Cumhurbaşkanı yeni Hükümeti kurmakla ilgili bir görevlendirme yapmadı. Ülkeyi müstafi bir Hükümet yönetiyor. Halk bir an önce verdiği oyların karşılığını almak, güvenoyu almış meşru bir Hükümet tarafından yönetilmek ve beklentilerine cevap bulmak istiyor. PKK'nın Suriye kanadı olduğu bilinen PYD-YPG ile resmen komşu olmuşuz. Ülkede sorunlar almış başını gitmişken Hükümetin bir an önce kurularak gerçek gündeme geçmek için sabırsızlıkla bekliyoruz. Oysa bazı liderler başta olmak üzere, kimse umursamıyor, inatlaşma sürüyor. İlkokul talebelerinin bile yapabileceği bir aritmetik hesabı ortadayken, o varsa ben yokum diyebiliyor. Nereden emir aldıkları belli olmayan bir kısım çevreler ise savaş çığırtkanlığı yapıyor. Şu an yazımın başına oturduğum saatlerde meclis başkanlığı meselesi hala çözülmüş değil, öğleden sonraki oylamayı umutla bekliyoruz.
Yazımı, işte böyle karmaşık ve karamsar bir tablonun bulunduğu bir ortamda yazıyorum. Sözünü ettiğim meselelerden birini çekip, çıkarıp onun üzerine yazabilirim. Ancak askerin Suriye'ye girmesinin istendiği ve tartışıldığı bir günde o konuya farklı bir bakış açısı getirmek ve bazı anektotları paylaşmak istiyorum. Düşünmeden, hesapsız kitapsız atılan adımların sonunda bumerang gibi gelip nasıl ülkemizi açmazda bıraktığını da görmek gerekir.
Lozan sonrası güneydoğu sınırımız belirlenirken, İngiliz jeologların asker kimlikleri ile gelip petrol sahalarının kendi egemenlikleri altındaki bölgelerde kalacak şekilde sınır tespitlerine müdahil oldukları hep söylenirdi. Gerçeklik payı ne kadardır bilemem ama bugün yaşananları gördükçe doğru olduğuna kanaat getiriyor insan. Hele dümdüz arazide Suriye sınırımızdaki girinti çıkıntılara ne demeli? Filmlere konu olan köyleri ortadan ayıran sınırların güneyinde ve kuzeyinde yaşayan insanların birbirlerinden farkı nedir? Bu yapay sınırlar sadece ülkeleri değil akrabaları da birbirinden ayırmıştır. Bugün yaşananlar ise bunları açıkça kamuoyunun dikkatine getirmiştir.
Barzani'nin babası Molla Mustafa'nın Mustafa Kemal'e mektup yazarak "bizi bunların(İngilizlerin) eline bırakmayın" dediğini biliyoruz. Keza Irak devleti kurulduktan sonra Menderes'in yakın dostu ve Bağdat Paktı müttefiki olan Irak Kralından, Irak'taki Kürtlere Türkiye'dekiler kadar özgürlük ve kültürel haklarının sağlanması için talepte bulunulması amacıyla Menderes'e mektup yazan da Molla Mustafa Barzani idi. Menderes de bu talebi geri çevirmemişti. Türkiye yıllarca hem Irak'ta hem Suriye'de bıraktığımız Osmanlı bakiyesi topluluklara en az Türkmenler kadar sahip çıkmış, kollamıştır. Bunu yaparken de rejimlerini benimsemese de komşu ülkelere düşmanlık beslememiş, dost kalmayı başarabilmiştir. Daha çok uzak değil Saddam'ın Halepçe katliamından kaçan Kürtlere sığınma hakkı tanıyan ve kucak açan da gene Türkiye olmuştur. Peki ne oldu da bugün Suriye'ye asker göndermeyi düşündürtecek kadar olaylar vahim boyuta geldi, IŞİD komşumuz olunca bir tehdit oluşturmadı da bugün niye tehdit altında olduğumuzu düşünüyoruz? Bunu anlamak için öyle strateji uzmanı olmaya, uluslararası ilişkiler uzmanı olmaya gerek yok. "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" ilkesine dayalı dış siyaset anlayışımızı terk ederek, önce komşularla sıfır sorun diyerek komşularla hep soruna dönüştüren zihniyeti sorgulamak yeter. Kardeşim Esat, nasıl düşmanım Esed'e döndü onu da sorgulamak gerek. Ben bu yorumları yapmayacağım, onu okuyucularıma bırakıyorum ama sizlerle zihniyet farkını ortaya koymak için iki olayı paylaşacağım.
Geçtiğimiz hafta ebedi mekanına tevdi ettiğimiz Süleyman Demirel Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı dönemlerinde, dış Türklere hep sahip çıkmış, İsa Yusuf Alptekin'den Abdülcemil Kırımoğlu'na, Sadık Ahmet'ten Rauf Denktaş'a kol kanat germiş desteğini esirgememiştir. Ancak bütün bunları yaparken de uluslararası hukuku ve anlaşmaları çiğnemeden ve dostluk ilkelerini zedelemeden yapmıştır. Öyle olduğu halde bir takım çevrelerin eleştirilerine de maruz kalmıştır.
Dönem soydaşlarımızın, Irak'ta, Batı Trakya'da, Bulgaristan'da ezildiği, horlandığı, itilip kakıldığı dönemlerdir. Ecevit Başbakan, Demirel ana muhalefet lideridir, Aydınlar Ocağının bir toplantısında konu tartışılmaktadır. Türkçü tavırları, Türk İslam sentezine yakın oldukları bilinen profesörler, yazarlar, aydınlar kürsüye çıkıyor, bu ülkelerde ve Doğu Türkistan ile Kırım'da yaşayan soydaşlarımıza kapıların açılmadığı ve vatandaşlık verilmediği için Demirel'e veryansın etmektedirler. Demirel sonuna kadar konuşmaları dinler ve sonunda kürsüye çıkarak tek tek cevap verir. Demirel şöyle demektedir:
" 780 bin km kare toprağımız var, 45 milyon da nüfusumuz. 5 milyon daha göçmen kabul etsek bu topraklar 50 milyonu da fazlasını da beslemeye yeter de artar. Ancak biz Irak'taki, Suriye'deki, Batı Trakya'daki insan varlığımızı kaybedersek bir daha o ülkeler üzerinde söz söylemeye hakkımız kalmaz. Bizim ülkemizin sınırları Edirne'den başlayıp, Ardahan'da bitmez nerede bir Türk soylu varsa, Osmanlı bakiyesi varsa orada bizim sözümüz dinlenmelidir. Biz bu ülkelere karşı düşmanca bir tavra girersek o zaman soydaşlarımız daha fazla zulüm görürler". Demirel'in bu sözleri onu tenkit edenler de dahil ayakta alkışlanır. İşte devlet adamlığı da diplomatlık da budur.
Bir başka görüşme de Güniz sokakta olmuştur, İran Irak savaşı bütün şiddetiyle sürmektedir ve Demirel yasaklıdır. Saddam hem Türkmenlere hem de Kürtler ve diğer etnik guruplara zulmetmektedir. Demirel engin tecrübesi ile bu durum karşısında Türkiye'nin alması gereken tutumu değerlendirmektedir. Demirel, " Türkiye'nin Güneydoğu sınırının güneyinde yaşayan halkın demografik yapısıyla, ülkemiz sınırlarında yaşayan halkın demografileri aynıdır, yalnızca yüzdeleri değişir. Orada da Türkmen, Kürt, Arap, Süryani, Asuri, Keldani, Ezidi ve diğer etnik azınlıklar yaşamakta, Türkiye'nin Güneydoğusunda da. Orada yaşayan halkla bizim yurttaşlarımızın akrabalık bağları vardır. Binaenaleyh Türkiye Türkmenlerin hukukunu koruduğu kadar kendi yurttaşlarının akrabaları ve Osmanlının sadık tebaası olan insanların torunlarının hukukunu da aynı ölçüde koruyacak bir duruş sergilemek zorundadır. " diyordu.
Şimdi bedeli ne olursa olsun diyerek savaş iması yapanların ve önünü arkasını düşünmeden savaş çığırtkanlığı yapanların bu sözler karşısında bir kez daha düşünüp Türkiye'nin de, Ortadoğu Türkmenlerinin de hatta bu ülkelerin halklarının da ortak çıkarlarını ve hukukunu gözetecek barış çözümleri üretmesi gerekir. Sağduyu galip gelecektir, özgürlük ve barış anlayışı hakim gelecektir. Kalın sağlıcakla.