Biz millet olarak hemen her şeyden tartışma konusu çıkarmaya çok meraklıyızdır. Bir taraf, nalıncı keseri gibi hep kendine yonttukça, diğer taraf da her şeye itiraz eder olmuş. Oysa büyükler, keser gibi değil testere gibi olacaksın bir kendine, bir ileriye gidip geleceksin derlerdi. Eee! Öyle olsa bu millet neyi tartışacak? Müzmin muhalifler neye itiraz edecekler? İstemezükçü bir toplum olduk vesselam.

            Anlaşılan, halkımız Amerikan dizilerinin duruşma sahnelerindeki “itiraz ediyorum sayın yargıç” tiradını çok benimsemişler, hayatta da öyle oluyor sanıyorlar. Oysa itiraz edene “sizi içeri tıkan kuvvet öyle istiyor” diyen yargıçlar da gördük. Kimse onları hatırlamıyor ama katlettikleri hukuka dair sarf ettikleri bu sözü herkes biliyor. Peki neredeyse her konuda ortaya çıkan bu fikir ayrışması, çatışması, kutuplaşma, kamplaşma gibi gereksiz ve hiç de ülke yararına olmayan tartışmaların sebebi nedir?   

            Birincisi yeni Türkiye adı verilen acayip ve de garaip kavramın içinde uzlaşma kültürü diye bir unsur yok. Rövanşist bir yaklaşımla kurgulanmış bir çatışma kültürü idare anlayışına yansımış. Kendinden öncekini yok sayan bir zihniyet bu. Anadol’u bile yok saydılar, ilk yerli ve milli otomobilimizi yapacağız denildi. 10 yıla yakındır konuşuluyor, babayiğitler bulundu, konsorsiyumlar kuruldu, her parçası bir ortağın sorumluluğuna verildi. Hani? Ortada bir şey yok. Bırakınız fabrikasını, ortada projesi, yerli ve milli olduğuna dair bir işareti bile yok.

            İkincisi ise bu çatışmadan, siyasi rant devşiriliyor. CEHAPE zihniyeti denilerek 70 yıl öncesine hücum ediliyor. TV’lerde sürekli olur olmaz konularda tartışmalar yaptırılıyor. Muhalefet de bu tuzağa düşüyor. Belli ki onlar da bundan memnunlar her şeye itiraz ederek, istemezükçü bir tavırla kendi seçmenlerini tatmin ediyorlar.

Her şeye karşı çıkmanın anlamı olmaz örneğin, ben New York’taki Türkevi binasına karşı çıkmam, hatta iyi olmuş derim. Ancak nasıl ve hangi parayla yapıldığını, arkasındaki birtakım ilişkileri sorgularım. ABD ambargosu altındayken, zor şartlarda, bulunduğu yerdeki binanın merhum Demirel’in ısrarı ve merhum Çağlayangil’in diplomatik dehası sayesinde Türkiye’ye kazandırıldığından söz etmeyenleri, yok sayanları da ayıplarım, kınarım.

            Menemenin soğanlısından nerelere geldik. Öyleyse menemenin öyküsünü bilmek de hakkımız. Bu topraklarda domates, biberden çok bir şey yok. Komşumuz Yunanistan’da da öyle. Onlar da bizim gibi her yemeğe koyarlar. Sahanaki ya da saganaki sahanda pişirilen yemek demektir. Esasını domates biber teşkil eder içine koydukları diğer malzemeye göre de isim alır (karides sahanaki gibi). Ben bu yemeğin en kralını Selanik’te yedim. İznik Gölü kıyısında bir balıkçıda tatlı su kereviti ile yapılmış daha lezzetlisini de yedim.

            Yunanistan’daki soydaşlarımız da Anadolu insanı da aynı yemeği kıyma ve yumurta ile de yapar. Girit’ten Anadolu’ya göçen mübadiller yolculukta, zor şartlarda kıyma olmadığından sadece yumurta ile pişirmişler, güzel de olmuş. Mübadiller önce Menemen’e yerleşmişler ardından da Manisa, İzmir, Ege’nin muhtelif yerlerine dağılmışlar. Gittikleri yerlerde de kıymasız pişirmeye devam etmişler. Yöre halkı da bu yemeğe Menemenlilerin aşı adını vermiş sonra menemen olarak mutfak kültürümüzde yer almış.

            Siz soğanlı mı soğansız mı diye kavga ede durun bizim menemen önce melemen olmuş sonra kalkmış gitmiş Samsun’un Çakallı köyüne.  Onlar sahip çıkmış, sıra, sıra dükkan açmışlar, her gelen duruyor. İçine Karadeniz’in uzayan peynirini koymuşlar. Fena da olmamış hani.

            Siz çatışmayı bırakın, sabah kahvaltıda yiyorsanız soğan koymayın, öğle ya da akşam yemeğinde yerseniz soğan koymanızda hiçbir sakınca olmaz. İşte orta yol budur, uzlaşma budur.

            Neden merkez sağ diyoruz? Şimdi daha net anlaşılıyor. Türkiye’nin çatışmaya değil, makul, mutedil, uzlaşmacı, hoşgörülü merkez sağ bir iktidara ihtiyacı var.

Kalın sağlıcakla…