İnsanoğlunun gözleriyle göremediği şeylere karşı verdiği tepki, göremediklerine karşı aldığı tutum tarihte hep iki şekilde vuku buldu. Gözleriyle göremediği derken, mantıklı, bilimsel bir açıklama getirerek ‘anlayamadığı’ şeylerden bahsediyorum. Bilinmezliklerden.

Ya çok korktu insan ya da çok saygı duydu göremediği şeylere... Korktu, korkusunu gizlemedi. Korktuğu şeyi başının üstüne koydu. Göremedi, anlayamadı; saygı duydu. İnandı.

Basit, sokak ağzı bir benzetmeyle:

İnsan, gök gürültüsü ve yıldırım seslerinden korkarak Yunan Tanrısı Zeus'u yarattı. Bu gücü ancak doğaüstü bir şey çıkartabilir, ona adak adarsam bir daha yıldırım düşmez diye düşündü… Yıldırım düştü.

Yine aynı insan, yükselen güneşin kudretine duyduğu saygıyla Mısır Tanrısı RA'yı yarattı. Ona inanırsam kuraklık gelmez, Nil bollukla dolar diye düşündü... Kuraklık hep vardı.

Biri korku, biri saygı emaresi olsa da neticede birbirlerine kan bağıyla bağlı gibiler... Doğurdukları sonuçlar neredeyse tıpa tıp aynı.

Bazı prehistorya tarihçilerine göre ilk çağlarda insanların en çok korktuğu şeylerden biri enfeksiyon imiş. Topluluktan biri av sırasında yaralandığında, bir hastalık geçirdiğinde oluşan enfeksiyon; yaranın değişimi, akan sıvı, vücuttaki morluk, oluşan kabuk, renk değiştirme bir bilinmezlik doğurarak korkuya neden olurmuş.

Biraz daha yakın zamanlara gelelim.

Kara Ölüm Veba, İspanyol Gribi, Çiçek Hastalığı, Kolera...

14. Yüzyılda sadece Kara Ölüm'den ölenlerin sayısı kabaca 50 ila 100 milyon olarak görülüyor. Düşünsenize. 100 milyon tane insan.

Yeryüzünde ilk görüldüklerinde bu salgınların hiçbirinin bir çaresi yoktu. Yine bir bilinmezlik anlayacağınız. Ancak bilim zamanla; Zeus ve RA'yı; yani yıldırım ve güneşi açıklayıp soru işaretlerini giderdi, enfeksiyonun nasıl oluştuğunu ve tedavisini artık biliyoruz, bu salgınları atlatmayı da bir şekilde başardık.

PEKİ, YA 21. YÜZYIL?

Bizim neslimize de koronavirüs adı verilen bu salgın düştü. Şimdiden hayatını kaybedenlerin sayısı 1 milyonu buldu. Hastalık 33 milyon kişiye bulaştı ve bulaşmaya da devam ediyor, tabii can almaya da…

Tüm dünyayı gösterdiği kudretle etkisi altına alan o salgınları atlatabildiysek şu anda dünyayı kasıp kavuran, herkesi korkutmaya gücü yeten koronavirüs salgınını da atlatabiliriz. Hatta önceki nesillerde olmayan birkaç şeye sahibiz; kısmen de olsa özgür bir bilim dünyası, daha gelişmiş bir teknoloji, nispeten daha bilinçli toplumlar... Bunlar avantajlarımız.

Bir de ölümcül bir dezavantajımız var.

Şu anda bu hastalığın tedavisini bilmiyoruz. Ne bilim insanları ne de biz. Tam olarak anlayabilmiş de değiliz zaten. Yani yine bir bilinmezlik. İlk çağlarda kabilesinden birinin yaralı vücudunda enfeksiyon oluşmasını izleyen ancak nasıl oluştuğunu anlamayan ve bundan korkan o ilkel insan gibiyiz. Belirtilerini biliyoruz, öldürebileceğini biliyoruz ancak bunu nasıl düzelteceğimizi bilmiyoruz. Bu bizi çaresizliğe dolayısıyla da bilinmezin verdiği korkuya itiyor.

Vatandaş, şifa bulması gereken yer olan hastanelerden korkar oldu. Koronavirüs hastası olsa tedavi göreceğimiz hastanelere, koronavirüs olmamak için gitmiyor olduk. İşin politikası bir kenara, içimizde büyüyen bilinmezlik de bu korkuya bir nebze neden oldu.

Neyse ki hiçbir şey bilmiyor olsak bile 3 şeyi kafamıza kazıdılar; maske, mesafe, hijyen...

Bu koşulları sağlamamızı bize bilim insanları söylüyor. Yani bir tedavi bulunacaksa bile, o tedaviyi icat edecek kişiler. Yani bu işi bizden daha iyi bilenler.

Belki onları biraz daha dikkatli dinlememiz gerekiyordur.