Kehaneti kendinden menkul büyücüleriz sanki.

Sabahların günaydınına ermeyi mümkün kılacak kadar uzun bile sürmezken hiçbir gerçek, telaş içinde yarına söz veriyoruz.

Sanki öyle bir dünya var!

Her şeyin gerçeklik ömrü an kadar kısa oysa…

Raf ömrüne bile soluğu yetmeyen konserve kutuları gibiyiz, anlasana!..

Bir ıslıkla devriliyor, bir sözle küfleniyoruz. Kırılıyor, eğiliyor, bükülüyoruz…

Aslolanı kimse merak etmiyor aslında!

En büyük acıları kayıp giden gözyaşına, en büyük sevinçleri belli belirsiz gülümsemelere sığdırıyoruz.

Nedenler/ nasıllar hep asılı kalıyor bir başka dünya umuduna.

Umut mu? Onu umursayan yok zaten. O hep bizimle sanılıyor; karanlıklara boğdurup savaşlarda bozgunlara uğratıp bıçak sırtlarında kanatıp köreltip sonra da yeşeriversin istiyoruz.

Yasaklanıyor, öteleniyor, kandırılıyoruz… Ve susuyoruz her şeye…

Yağmur yağmasını bile beklemeden gökkuşağına boyuyoruz tüm siyahları.

Sonra kış oluyor; her nasılsa… Yağmurlar yağıyor üzerimize… Cebimizdeki tüm renkler suya düşüyor o vakit…

Yağmur mu düşen toprağa, gözyaşı mı?

...

Ve elbette kırılacak bazen kalem, bitecek bazen söz, gerçek belki zor gelecek dile…

İlla hikayesi yazılacak değil ya her yağmurun…

İlla yanaktan süzülecek değil ya her gözyaşı.

Varsın tutulmasın verilmiş hiçbir söz… Sabah olacak o herhangi günde bir gün ve küçük bir 'Günaydın'la başlayacak papatya mevsimi.

Kain olamayacağız yine başa gelenler için ama belki bir küçük fal açarız yarına.

Söz mü?