Sevgilinin eli ilk kez orada tutulmuş, ilk çay orada söylenmiştir.
Solculuk oynadığımız sokaklarda yürümekten her yorulduğumuzda dinlenecek yer olmuştur.İyi yıkanmadığı her halinden belli sararmış çay bardakları, zar sesine karışan kaşık şıngırtısı, yan masadaki kadının derdine inat yükselen genç kahkahalar, kokusu parkın başından duyulan boyasız duvarlarından örümcekler sarkan tuvaletler, tuvaletin hiç kapanmayan musluğu ve sohbetlere ikide bir karışan, deli eden o su sesi.Her haliyle aklımda kalan çocukluğummuş meğer Emekliler Parkı'nın yeşiline gölgelenmiş Cem Cafe…


O aynı yollarda yürüyerek büyüyorduk aslında. Her yol oraya çıkıyor, her gün önünden geçiyor defalarca kez ama sesleri, kokuları, gülüşleri unutuyorduk.

Büyümek, çocukluğunu kaldırıp sandıklara kilitlemekti ve en kolayı yaşanmışlıkları da unutmaktı.Çok sonra anladım, iş güç telaşına düşüp her gün evden çıkıp merdivenlerini indiğim, yeşilinin arasından geçip gittiğim parkın aslında benim çocukluğum olduğunu.Bir gün kocaman pençeleri olan arabalar girdi parka… Ne yeşil kaldı, ne ağaç… Cem'in yıkılmaya nasıl da istekli görülen duvarlarını toz duman ederken; içeriden zar sesleri, kaşık sesleri, kahkahalar bağırıyordu.

Acısını duyduğumda, yapılacak hiçbir şey kalmamıştı... Bir şehrin çocukluğu açılan o kocaman çukura gömülebilir, mezar taşına yeni bir isim verilebilirdi artık.Evim, parka kuşbakışı mesafede… Manzaram bir toplu mezar…Gün-gece bir şehrin yeni çocuklarına hazırlanışını izledim… Anıların her gün yok edilişine tanıklık etmek, adımı yazdırmak bu yeni hikayeye hüzün taşısa da şimdi adını koyamadığım bir heyecandı aynı zamanda…

Çocukluğum kadar büyümüşlüğüm de var bu şehirde… Ve her çocuğun hakkı vardı kendi hikayesini yaşamaya…Benim hikayem, çok uzaklardan, çocukluğunun geçtiği şehri yeniden tanımaya gelen Şafak'ın, Emekliler Parkı'nın yıkıldığını öğrendiğinde yaşadığı hayal kırıklığıydı. Dizlerinin üzerine düşecek kadar yıkılmış, bir yakınının ölüm haberini almış gibi sarsılmıştı. Buydu işte bizim ortak hikayemiz.


İçinden geçerken, çok eski bir hikayeyi hatırlatacak hiçbir şey kalmamıştı geriye. Bir ağaç dalı, bir kaldırım taşı, bir masa örtüsü, eski bir ses, eskiden kalmış bir koku… Yoktu…Gün-gece izlerken bir şehrin yeniden kuruluşunu çok eski hikayeleri de düşledim…Öyle ya, Ulupark'ın çok eskiden bir mezarlık olduğuna ikna olmayan aklım var hala benim. Kültür Sitesi'nin bir hapishane…Kaç çocukluk geçmiş bir şehrin üstünden ve şimdi yürüdüğüm yollara çıkmıştı bütün yollar.Kim bilir kaç kez takıldığım, tökezlediğim o kaldırım taşı yok ya eski yerinde ve orada yeni bir parkın, yeni yeni yeşillerin yükselişini gün-gece sayarak bekledik ya çocuk bir Umut ile; bilemez kimse nasıl geçtik o günleri…

Umut sayı saymayı öğrendi parkın yapım süresince… Bahçıvan geciktirdikçe parkın yeşilini, kızdığımız da oldu…Işıkları açınca bekçi, insanlar yürümeye, yeniden bir solukluk dinlenmeye geldikçe sevindiğimiz de oldu.Şimdi birikecek anıları, adımlanacak taşlarıyla Umutların parkı orası…Ben sadece orada öyle durmuş bir izleyenim.Bir süre daha hatırlayacak geçmişi ve sonra her şey gibi alışacak, her şey gibi unutacağım yaşanmış tüm dünleri