1973 yazı sona ermiş fuar sezonuna girmiştik. Üniversite sınav sonuçları gelmiş birçok arkadaşımızın yerleşeceği okullar belli olmuştu. O günlerde ODTÜ ve merkezi sistem olmak üzere iki sınava girerdik. Ben ve bazı arkadaşlar ODTÜ’nü kazanmıştık. Mühendislik bölümlerini kazananlar tereddütsüz kaydoldular. Ben Ekonomiyi kazanmıştım, ilk tercihim endüstri mühendisliği idi; ikinci tercihi kazanmıştım, tabi o da iyi bir şeydi ama ben bekledim.

O günlerde cep telefonları yok! Yegane iletişim ev telefonuyla oluyordu. Ben Manisa’da olduğum için o günün şartlarında şehirlerarası görüşmenin zorluğundan, tek şansım İzmir’e gidip arkadaşlarla yüz yüze görüşmekti. Hem Karşıyaka’da anneannemin yanında kaldığım zaman kendimi daha özgür hissediyordum. Gündüzleri Kordonda ya da Karşıyaka’da piyasa, akşamları fuarda karışan, görüşen olmadan gönlünce dolaşma benim gibi taze lise mezunu biri için dolçe vitaydı adeta. Arkadaşlarımızın birçoğunun puanları Boğaziçi Üniversitesini tutuyordu ve bir hafta sonra da İngilizce Hazırlık sınavı vardı, sınavı geçenler daha fazla puan avantajına sahip olacaklardı. Topluca gitmeye karar verdik. Çoğunluk İzmir’den ben Manisa’dan, binerek aynı otobüsle şen şakrak İstanbul’a vardık. Sınav kaydını yaptırdık, tatil olduğu için yurtta kalmamıza izin verdiler.

Akşam Arnavutköy, sırtlarında talebe işi bir balıkçıda topluca yemeğimizi yedik. O güne kadar Boğazı hiç bu açıdan seyretmemiştim. Bir taraftan karşımızdaki Anadolu hisarının ışıltısı, Beylerbeyi sarayının ihtişamı, diğer taraftan boğazın iki yakasını bir inci gerdanlık gibi birleştiren, ilk kez o gece tanıştığım Boğaziçi köprüsü, hepimizi büyülemişti. Yurda döndüğümüzde biraz bahçede dolaştık, seyir terasında boğazın güzelliğini doya doya seyrettik. Aşağıda Tevfik Fikret’in bugün müze olan evi ağaçlar arasından pırıl, pırıl boğaza karşı başını uzatıyordu. Böyle bir manzara karşısında “insan şair olmasın da ne yapsın?” diyerek andık şairi. Dilimizde hala restoranda çalan üstat Alaattin Yavaşça’nın şarkısı vardı: Boğaziçi şen gönüller yatağı Her bucağı âşıkların otağı. Yamaçları sanki cennetin bağı. Mehtabı hoş, güneşi hoş, günü hoş, Boğaziçi herkesi eder sarhoş. Sabah uyandığımızda elimizi, yüzümüzü yıkarken tuvaletin açık penceresinden boğazdan geçen şilepleri izliyor ve hala mırıldanıyorduk.

O gün sınava girdik. Firesiz hepimiz geçtik, böylelikle puanlarımız daha değerli hale geldi ve çoğumuz bir önceki günün büyülü atmosferinden etkilenerek Boğaziçi’nde okumaya karar verdik. Benim puanım kimyaya yetiyordu, abim de kimya mühendisiydi, biraz da onun tesiriyle istemesem de kaydımı yaptırdım. Tabi hata yaptım! İnsan ilgi duyduğu alanlara yönelmeli, onun eğitimini almalı, sevdiği işi yapmalıdır. O yüzden daha ilk sömestrde kimya, fizik başta bölümün temel derslerinden çaktım. Ertesi yıl da ver elini ODTÜ İşletme.

Pişman mısınız? Derseniz hiç pişmanlık duymadım, çünkü o sayede, Türkiye’nin en iyi hocalarından tarih, sanat, sanat tarihi, kamu yönetimi gibi gelecek yılların seçmeli derslerinin tümünü aldım. Boş saatlerde top sahasında Prof. Demir Demirgil’in lezzetli ekonomi sohbetlerine katıldım. Ekonomiye bakışımı, analiz ve yorumlama becerilerimi geliştirdim. Osmanlı’nın güçlü, egemen devlet anlayışı, Cumhuriyetin millet egemenliğine dayalı, milliyetçiliği, demokratlığı, halkçılığı ve ABD’nin hoşgörülü, insan hakları ve hukuka dayalı, özgürlükçü, araştıran, sorgulayan, analiz eden eğitim anlayışı ve kültürünün bileşkesi olan Robert Kolej, Boğaziçi geleneğini içselleştirdim. Üstelik bunu İzmir Kolejinin (BAL) benzeri

eğitim anlayışının üzerine bina ettim. Arkadaşlarımız arasından, öncesinde veya sonrasında bugün iş dünyasının zirvesinde olan yöneticiler, CEO’lar, patronlar, mesleğinde dünya çapında ün kazanmış teknokratlar, STK önderleri, şairler, yazarlar, senaristler, bürokratlar, bakanlar, başbakanlar çıkmıştır. Bu başarıların arkasında bu kültürel senteze dayalı eğitim anlayışı vardır.

Bugün Boğaziçi ayakta… Öğrencisiyle, öğretim üyesiyle, mezunuyla yek vücut olmuş direniyor. Neye direniyor? Yukarıda izaha çalıştığım kültürel sentezi benimsemeyen, bu sistemi seçkinci ve batıcı kabul edip, değiştirmek isteyen, düşünen, sorgulayan değil biat eden, tektipçi bir anlayışı üniversitelerde egemen kılmak isteyen zihniyetin atadığı rektöre direniyor.

Bazıları sorunu atanan kişinin AKP milletvekili adayı oluşuna bağlıyor, ama ben onu sorun etmiyorum. Zira üniversitelerden, bürokrasiden çok sayıda kişi aday olabiliyor ve kazanamazsa geri dönebiliyor. Hakimler, savcılar ve askerler elbette bunun dışında. Yani bir milletvekili adayının rektör atanmasında ne hukuken ne de ahlaken bir sorun yok. Sorun güya emperyalizmin, batının eğitim merkezi olarak gördükleri köklü bir eğitim kurumunu ele geçirme ve biatçı bir kuruma dönüştürme çabasıdır. Bu Perinçekgillerin dümen suyundaki AKP-MHP koalisyonunun fiyasko ile neticelenmesinden şüphe duyulmayan bir tezgahıdır. ODTÜ’de bunu başaramayacaklarını anlayanlar, aslında kendi fikriyatlarına çok da uzak olmayan Boğaziçi üniversitesine yönelmiş görünüyorlar. Oysa bu zihniyetin tarihten ve okulun geçmişinden bihaber oldukları da açık bir şekilde görünüyor.

Bilmiyorlar ki; Robert Koleji ve ona bağlı İstanbul Amerikan Kız Kolejine ruhsat ve imtiyazları veren İslam Halifesi sıfatı da taşıyan Osmanlı Padişahıdır. Bilmiyorlar ki; Abdulhamit torunu Şehzade Mehmet Orhan’ı bu okula yerleştirmek için kimlere ne baskılar yapmıştır. Bilmiyorlar ki; İttihat Terakkinin harbiye Nazırı Enver Paşa, zamanın A.B.D büyükelçisinin vasıtasıyla kardeşi, Şeyhülislam ve İstanbul Şehremininin oğulları için yaşları yetmediği halde torpille özel sınıf açtırmıştır.

Bilmiyorlar ki; İşgalcilere karşı milli mücadele fitilini ateşleyen, Sultanahmet meydanına on binlerce vatanseveri toplayarak istiklal bayrağını açan yazar Halide Edip Amerikan kız koleji mezunudur. Keza yedi düvele meydan okuyup emperyalizme diz çöktüren Gazi Mustafa Kemal’in manevi kızları, Sabiha Gökçen ve Zeliha Aydın da oradan mezundur.

Sorarım size, gözünü kırpmadan ve bir an tereddüt etmeden Kıbrıs Türkü’nü koruma gayretiyle A.B.D ve dış güçlerin karşı çıkacakları bilinmesine rağmen, adaya çıkarma yapan ve Barış harekatını gerçekleştiren Robert Kolejli Bülent Ecevit mi emperyalist eğitimle yetişmiştir? Yoksa, şahsen ben tasvip etmesem de Türkiye’yi batı dünyasından uzaklaştırıp Arap dünyasına, siyasal İslam’a yaklaştıran Boğaziçili Ahmet Davutoğlu mu? Batıya en yakın gördüğümüz kolejli ve Boğaziçili Tansu Çiller bile A.B.D’nin tavsiyelerine kulak tıkayarak Kardak operasyonunu gerçekleştirmiş, terörü büyük ölçüde bitirmiştir. Bugün Çiller, kendi tabanına rağmen, Sayın Cumhurbaşkanıyla deneyimlerini paylaşıyor, destek veriyor. Bir de ona sorsa nasıl olur acaba?

Biraz hoşgörü, biraz sağduyu lütfen. Boğaziçi’ne yazık etmeyelim. Kalın sağlıcakla…