Türkiye son birkaç haftadır sadece dövizdeki yükselişi konuşuyor. Ülke bizim ülkemiz, para bizim paramız. Elbette ki; hiçbir vatansever bu olağanüstü yükselişten keyif almaz, bunu fırsata çevirmeyi aklından bile geçirmez. Vatan her türlü siyasi hesabın da, kişisel çıkarın da üstündedir. Alınacak tüm makul ve mantıklı tedbirlerin başarıya ulaşması için de millet olarak gayret ve desteği esirgememeliyiz. Hepimiz aynı gemideyiz, batarsak hep birlikte batarız. Bu çok klişe bir sözdür ama bu sözü sarf ederken gereğini de yapmak lazımdır. Geminin yolcuları kadar kaptanından, çarkçıbaşısına, çımacısına, tayfasına kadar herkes aynı mesuliyeti taşımalıdır. Feragat ve fedakarlık gerekiyorsa da kaçınılmamalıdır.

Söylendiği gibi dolar üzerinde oynanan oyunlar açık bir saldırı mıdır? Evet öyledir. Belki sözcükler siyaseten farklı kullanılmış olsa da kast edilmek istenen aynıdır. Elbette ki; devletimize ve milletimize karşı yapılan saldırıya da yekvücut olarak göğüs germek zorundayız. Ülkeler, dış tehditlere karşı kendisini koruyabilmek için ordularını güçlendirirler, savunma bütçelerini takviye ederler, silah, mühimmat ve sair donanımlarını yenilerler, hiçbir masraftan kaçınmazlar. Kısacası vatana karşı yönelebilecek saldırılara karşı her önlemi alırlar. Bu önlemler askeri olduğu kadar siyasi ve diplomatik de olmak zorundadır. Aksi taktirde savaş kaçınılmazdır. Türkiye dünyanın en köklü ve güçlü ordularından birine sahiptir ve kimse Türkiye üzerinde hesap yapmaya cesaret edemez, buna güçleri de yetmez.

Askeri durumumuz böyleyken acaba ekonomik yönden bu saldırıları göğüsleyebilecek durumda mıyız? Ne yazık ki buna olumlu cevap vermek çok istememe rağmen pek de mümkün görünmüyor. Yıllardır yazıyorum, cari açık düşürülmeli, döviz rezervleri dengelenmeli, dış ticaret açıkları azaltılmalı, dövize dayalı iş ve işlemlerden mümkün olduğu kadar kaçınılmalı, israf ekonomisi terk edilmeli, atıl ve geri dönüşü olmayan betona yatırım azaltılmalı, şişirilmiş maliyetli, müşteri garantili yap işlet devret modelli yatırımlardan kaçınılmalı, üretim ekonomisine geçilmeli, hepsinden önemlisi ekonomiyi işin erbabına bırakmalı diyorum. Eğer bu uyarılar zamanında dikkate alınmış olsaydı bugün bu saldırılar karşısında bu kadar zorlanmazdık.  

Her zaman söylüyorum, paranın değerini belirleyen üretim gücüdür. Üretim gücünüz yoksa paranız da güçsüzleşir, işte o zaman saldırılara da göğüs geremezsiniz. Kafa tutmak gerektiği yerde kafa tutarsın ama bu durumda arkandaki güce dayanmak zorundasın. Gücün yoksa yandı gülüm keten helva.

O yüzden üç “M” ye çok özen göstereceksin. Nedir 3 M? Birincisi müstahsil, yani üretici. Atatürk köylü milletin efendisidir derken, üreten köylünün bu gücünü kast ediyordu. İkincisi mükellef, yani vergi veren herkes. Onlara iyi bakacaksın, vergisini kuruşuna kadar ödeyene sahip çıkacaksın. Vergiyi kazanandan adil olarak alacaksın, dolaylı vergilere abanmayacaksın. Kümesteki kazları yolmayacaksın. En önemlisi de topladığın vergileri çarçur etmeyeceksin. Hele hele, hesapsız, kitapsız, dolarla müşteri garantisi verdiğin işler için bu fukara milletin verdiği vergileri heba etmeyeceksin. Kısacası mükellefe karşı adil olacaksın onlara iyi bakacaksın. Üçüncü M ise müteşebbistir yani girişimci. Onlar yatırım yapacaklar, üretim yapacaklar, satacaklar, döviz kazandıracaklar, istihdam sağlayacaklar, yani senin gücüne güç katacaklar.

Müstahsil kan ağlıyor, Sırbistan’dan besmelesiz et, Kanada’dan mercimek, İsrail’den zürriyetsiz tohum, bilmem nereden saman getiriyoruz. Marketlerde yerli ceviz, badem bulmak mümkün değil. Hayvancılığımız bitmiş, tarım can çekişiyor, yani müstahsil üretemiyor. Sonra da dolar arttı deyip raftaki mercimeğe zam yapan fırsatçılar türüyor.  

Mükellef ise burnundan soluyor, dolaylı vergiler zengin, fakir ayırmıyor. “fiş istemesem kaça olur?” buluşu da işte bundan kaynaklanıyor. İkide birde vergi barışı adıyla çıkarılan af adeta vergisini günü gününe ödeyene ceza. Bir de kimilerine sağlanan ballı, kaymaklı vergi indirimleri işin tuzu biberi.

Müteşebbis ise ekonominin bozulan çarkları nedeniyle zor durumda. Kapanan fabrika ve iş yerlerinin sayısına artık yetişemiyoruz. Bir taraftan KOBİler sıkıntı çekerken diğer taraftan kimileri de parasını, pulunu toparlayıp yurt dışına kaçırarak ondan sonra da bankaların karşısına dikilip borç yapılandırması istiyor. Yeni yatırım yapacakların ise hali duman, bu kurlarla yatırım yapmak hayal oldu. Var olanlar ise bir bir, bir el değiştiriyor yabancıların eline geçiyor. Yatırım ortamındaki nispi iyileştirmeler ise dolar kriziyle anlamsız hale geldi.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen neden “panik yok” diyorsun? Derseniz, ben Türk milletinin vatan sevgisine, sağduyusuna güveniyorum derim. Aklın yolu birdir, bürokrasimizin son birkaç günde aldığı tedbirler de akıllıcadır. İktidar da nihayet, şimdilik bürokrasinin dediğini yapıyor. Akaryakıt zammını ÖTV indirimi ile telafi etmek akıllıca olmuştur. Merkez Bankası, BDDK ve Ticaret Bakanlığınca alınan önlemler eksik de olsa yerindedir. Yetmez ama evet. Eksikler, yanlışlar olsa da zamanla telafi edilebilir cinstendir. Bir de iç politikaya malzeme olarak keskinleşen dillerin, diplomasi diline dönüşeceğinden ümidim var.

Vatandaş her zamanki gibi parasına sahip çıkıyor ama paralarını yurt dışındaki şirketlerine fonlayanlardan gelirini ülkesine transfer etmek isteyeni daha görmedim. Herhalde göremem de. Onlar Londra’da, Newyork’ta, Miami’de daire değil, apartman değil, mahalle satın alıyorlarmış. Bu milletin ahı onlara yeter…

Ezcümle panik yok! Sabırla bekleyeceğiz, akılla izanla hareket edilmesini bekleyeceğiz, sağduyulu davranacağız. Söz konusu vatansa gerisi teferruattır deyip, biraz da başkalarından feragat ve fedakarlık bekleyeceğiz.

Bu vesileyle tüm okurlarıma hayırlı bayramlar diliyorum. Sanırım 9 günlük tatil boyunca ekonomi bürokrasisi teyakkuzda ve ayakta olacaktır.

Kalın sağlıcakla…