Geçtiğimiz hafta Türkiye, Eskişehir Osmangazi Üniversitesinde meydana gelen cinayetlerle sarsıldı. Dört akademisyen görevleri başında yok yere katledildiler. Allah taksiratlarını affetsin. Olayın ardından saldırganın ayni üniversitede çalışan ve 15 Temmuz hain darbe girişiminden sonra gelişi güzel birçok kişiyi FETÖ’cü olarak yaftalayan bir muhbir olduğu söylendi. Dahası birçok kişiyi de tehdit ettiği, sözlü saldırılarda bulunduğu ve muhataplarının da kendisini evvelce ilgili makamlara şikayet ettiği ve hiçbir işlem yapılmadığı da söyleniyor. 

            Bu sıradan bir adli vaka değildir. Bir cinnet durumu da söz konusu değildir. Eğer söylenenler doğruysa çok daha vahim bir olay olduğu aşikardır. Tabi, olanları araştırmak, ortaya çıkarmak, saldırgan dışında ihmali olanları tespit etmek bizim işimiz değildir. Devletin emniyet güçleri, savcıları, hakimleri elbette bu olayı aydınlatacaklardır. Umarım YÖK de ihmali bulunanlar hakkında gerekli soruşturmayı yapacaktır. Benim üzerinde duracağım konu ise muhbir, hafiye, dalkavuk gibi olağanüstü şartlarda ortaya çıkan, bana göre hiç de güven telkin etmeyen kişilerin neden bu kadar çoğaldığıdır. 

            Yıl 1960, 27 Mayıs darbesi yapılmış, başta Celal Bayar ve Adnan Menderes olmak üzere rahmetli babamın da içinde olduğu tüm DP milletvekilleri Yassıada’ya gönderilmişlerdi. O günlerde üç kafadar Yenikapı sahilinde bir meyhanede oturmuşlar kafa çekiyorlardı. Kadehler boşalıp, kafalar çakırlaşınca bizimkiler derin bir iç geçirmenin ardında herkesin duyabileceği bir sesle “Ah! Bir elimizde kudret olsa da şuradan Yassıada’ya bir tünel kazıp Menderes ve arkadaşlarını kurtarsak” mealinde konuşurlar. Yan masadaki muhbir iş başındadır. Hemen çıkıp en yakın birliğe giderek duyduklarını anlatır. Sıkıyönetim hemen teyakkuza geçer, Bakırköy’den Sirkeci’ye kadar tüm sahil yolu askerlerle kuşatılır, gelen geçen soruşturulur, şüpheli görülenler gözaltına alınır. Bizim üç kafadar da gecenin bir yarısında derdest edilip götürülürler, sorgusuz, sualsiz aylarca hapsedilirler. Hakim huzuruna çıktıkları ilk gün ise salıverilirler. Hakim gülerek hükmünü verir. İçeride kaldıkları süreyi dikkate alarak cezayı keser, ama tünel kazma ve tutukluları kaçırma teşebbüsünden değil, sarhoşluk ve yüksek sesle konuşarak etrafı rahatsız etmekten. 

            Acaba bu üç kafadar 58 yıl önce hangi teknolojiyi kullanıyorlardı da denizin altından tünel kazabileceklerdi? Işık görme törenini alayı valayla yaptığımız Sabuncubeli tüneli, 21. Yüzyıl teknolojisiyle hala açılamadı. Temeli kaç yıl önce atılmıştı hatırlayanınız var mı? Ancak, daha da vahimi o günkü devletin başı, Cemal Gürsel’in sarhoş muhabbetini ciddiye alarak “Adaya tünek kazmak isteyenler bilsinler ki; oraya vardıklarında etten ve kemikten başka bir şey bulamayacaklardır” demesiydi. 

            Aynı günlerde biz de annemle birlikte garnizon komutanlığından iznimizi almış, Kabataş iskelesinden Yassıada’ya babamı görmeye gidiyorduk. Tutuklu yakınlarına reva görülen yer vapurun en alt yeriydi. Orta katta gazeteciler üst katta da darbeci yakınları, dalkavukları, subay eşleri falan yolculuk ediyordu. Annem sıkı sıkı tembih etmişti, yüksek sesle konuşmayacak soru sormayacaktım. Karşımızda pardesülü bir adam gazete okuyordu ama gazetenin orta yeri yırtıktı. Ben sürekli adama bakıyor annem de çekiştirip duruyordu. Meğerse adam hafiye imiş ve o yırtık yerden de bizleri izliyormuş. 

            Hafiye, devletin resmi istihbarat görevlileri dışında özel olarak bilgi toplamakla görevlendirilmiş kişiler demekmiş, sonradan öğrendim. Abdulhamit döneminde sarayda hafiyelik müessesesi kurulmuş adeta. Zira Abdulhamit Devletin resmi makamlarına güvenmez arkasından iş çevirebilecekleri vehmine kapılırmış. O yüzden kendine bağlı bu örgütü kurmuş. Hafiyeler elde ettikleri bilgileri analiz etmeden, teyit ettirmeden görevlendiren makama arz ederler. Bir nevi devletin resmi istihbaratı dışında istihbarat toplayan görevlilerdir. Bunların yasal yollardan bilgi toplamak gibi mecburiyetleri de yoktur. Kendilerince muhbir tutarlar, yasadışı takipler yaparlar, hatta muhataplarıyla sohbet ediyor gibi yaparak gaz verirler ve onları suç unsuru taşıyan sözler sarf etmeleri için yönlendirici olurlar. Hafiye kullananlar, muhbirliğe, dalkavukluğa pirim verenler hep darbe dönemlerinde, zeminin kaygan olduğu, toplumsal muhalefetin tırmandığı dönemlerde ortaya çıkarlar. 

            Dalkavukluk ise her dönemde vardır ama kimilerinden itibar görürler kimilerinden ise görmezler. Dalkavuklara itibar etmeyenler kendine güvenen, vakur ve ciddi devlet adamı niteliği taşıyanlardır. Şimdilerde sosyal medyada bir fotoğraf dolaşıyor. Şivan Perver dostu malum türkücünün çeşitli dönemlerde çekilmiş fotoğraflarından bir kolaj yapmışlar. Kimler yok ki fotoğrafta. Kenan Evren’den, Özal’a, Demirel’e, Cem Uzan’a, Rıza Sarraf’a, Aydın Doğan’a, Mehmet Ağar’a, Şivan Pervere ve son sınır karakolu ziyaretine kadar herkes var o fotoğrafta hemen hepsinin elini öpüyor. Çoğunda yalakalık diz boyu. Fotoğrafı dikkatlice incelerseniz sadece iki kişi gülmüyor ve muhatabının yüzüne bakmıyor. Biri merhum Demirel diğeri de Mehmet Ağar. İşte olması gereken devlet ciddiyeti budur. 

            Dalkavukluk, hafiyelik, muhbirlik konuları Osmanlı döneminden bugüne hep mizah dergilerinin de konusu olmuştur. Diyojen’den, Kalem’e, Diken’e, Akbaba’ya ve çağdaşlarımız olan Gırgır, Fırt, Leman, Uykusuz’a kadar mizah dergileri bunları alaya almıştır. Oğuz Aral’ın Hafiyesi Mahmut tiplemesi de mizah tarihimizde önemli bir yer kazanmıştır. 

            Osmangazi olayının bir daha yaşanmaması için Devletin bu kabil fırsatçılara itibar etmemesi gerekir. Etkin pişmanlık hükümlerinden istifade eden kişilerin içindeki gerçek itirafçılarla fırsatçı muhbirleri ayırt etmek de adaletin görevidir. Devlet büyüklerimizden, sorumlu mevkilerde bulunanlardan beklentimiz ise dalkavuklara, fırsatçılara, muhbirlere itibar etmemeleri, onları korumamaları, devletin resmi istihbaratçıları dışında hafiyelere de yol vermemeleridir. Hukuk devletini ancak böyle tesis edebiliriz. 

            Kalın sağlıcakla…