Bu Pazar, dünya tatlısı, iyilik timsali bir dostu, bir ağabeyi kaybetmenin üzüntüsü ile uyandık. Derviş Ali Kılıç ile ilk kez 1976 Kasımında AP Gençlik Teşkilatı Büyük Kongresinde tanışmıştık. O gün Hamdi Üçpınarlar Genel Başkan seçilmiş, ben de 14 kişilik Genel İdare Kuruluna onunla birlikte seçilmiştim. Yiğitti, dava adamıydı, çizgisinden hiç sapmadı, isteseydi ANAP'tan, AKP'den, MHP'den milletvekili seçilir, bakan olur bugün parlamentonun en kıdemlilerinden olurdu. Yapmadı, davasına ihanet etmedi, ömrünü, demokrasi, hürriyet ve kalkınma mücadelesine adadı, herkesin yardımına ayırım yapmadan koştu. Pazartesi günü Kocatepe Camiindeki cenazesi belki de merhum Demirel ve şehitlerimizin cenazelerinden sonra gördüğüm en kalabalık cenazeydi. Cebeci asri mezarlığında tekbirlerle uğurladık onu ebedi aleme. Çevre eski bakanı, hem sınıf arkadaşı hem de Genel Başkanı Hamdi Üçpınarlar evlatlarına babalık ediyor yol gösteriyordu. Allah mekanını cennet eylesin.
Hamdi Üçpınarlar'dan söz edince bugünün çevre facialarını gündeme getirmeden olmaz. Bakanlık koltuğuna oturduğu ilk gün yanındaydık. Gazetecilere verdiği ilk demeçte ekonomiye sekte vuran değil aksine ekonomiyi ve endüstriyi çevre bilinciyle büyütmeye çalışan bir anlayışa sahip olacaklarını söyleyerek hem ekonomiyi hem de doğayı bir denge içinde koruma gayretinde olacağının mesajını veriyordu. O günlerde Çevre Bakanları, çevre facialarına yol açmamak için özel çevre koruma alanı ilan edilen bölgelerin imar planlarını onaylayan kurulun da başkanıydılar. Bu kurul kılı kırk yarar, doğaya ve çevreye zarar verebilecek planları onaylamazlardı. Zira bu konu belediyelerin insafına terk edilemeyecek kadar önemliydi ve bu kurul rantçıların da korkulu rüyasıydı.
Hamdi Üçpınarlar da tıpkı kendinden önceki bakan hemşerimiz Rıza Akçalı gibi rantçılara göz açtırmıyordu. Gölbaşının betonlaşmasına ve talan edilmesine yol açacak imar tadilatı önüne geldiğinde tereddütsüz reddetti. Tehditler aldı, bir kısım medya aleyhte kampanya başlattı. Şantajlara muhatap oluyordu, ama o "Allahtan başka kimseden korkmam" diyerek şantaja boyun eğmedi. Bakanlığının ve belki de siyasi hayatının riske gireceğini bile bile doğanın katledilmesine göz yummadı. Sonunda şantajcıların, kasetçilerin ilk kurbanı o oldu. Tereddütsüz istifayı bastı, kendini savunup bu kirli komployu deşifre etme tenezzülünde bulunmadı, bugüne kadar konu hakkında bizlere bile tek kelime etmedi.
Sonra ne mi oldu? Bir süre olay açığa çıkmasın diye imar tadilatı rafa kalktı. İlerleyen yıllarda Özel Çevre Koruma Kurulu lağvedildi, ardından Çevre Bakanlığı da lağvedildi. Gölbaşı'nın talanı başladı, sadece Gölbaşı mı? Boğaziçi, birbirinden güzel el değmemiş koylarımız, yaylalarımız, vadiler, dereler, daha birçok yer teker teker talan edilmeye başlandı.
Geçen Cuma " Toplum, İktisat, Çevre Üçgeninde Karar Verme" temalı 10. Bölgesel Gelişme ve Yönetişim Sempozyumuna katıldım. Başladığı günden bu yana hiç kaçırmam, hatta bazen konuşmacı olarak katılırım. Çok güzel şeyler söylendi, kamudan gelenlerin çoğu sadece dinlemekle yetindi. Bazıları ise kurumumu bağlamaz kendi görüşüm diyerek kaçak güreştiler. Ancak bir dil sorunu olduğunun altını hemen çizmeliyim. Evet, maalesef Türkiye'de bir çevre sorunu var! Buna karşı eylem içinde olanlar da var bihaber olanlarda var. Ancak bu kadar akademik bir dille çevre bilincini nasıl geliştireceğiz, halkı nasıl aydınlatacağız?
Deveye sormuşlar, "yolun inişini mi, yokuşunu mu seversin?". Deve biraz düşündükten sonra, "Bunun düzü yok mu?" diye cevap vermiş. Maalesef biz hem kimsenin anlamayacağı bir dille konuşuyoruz hem de illa "ya doğa ya da ekonomi" ikilemi ile karşı karşıya bırakılıyoruz. Devenin dediği gibi bunun düzü yok mudur? Yani çevreyi, doğayı feda etmeden ekonomiyi büyütemez miyiz? Doğanın yeşilini feda etmeden doların yeşilini kazanamaz mıyız? Neden ya o, ya bu tercihinde bırakılıyoruz? Elbette ki çare vardır, her şeye ak ya da kara demek zorunluluğumuz yoktur, birazcık duyarlılık, birazcık anlayış yeterlidir.
Bugün Artvin direniyor, tek amaçları doğup büyüdükleri, asla terk etmeyi düşünmedikleri, doğa harikası topraklarını korumak. Biz ne yapıyoruz? Üzerlerine tomalar sevk edip gaz fişeğine maruz bırakıyoruz. Üstelik konu mahkemelik olmasına rağmen sonuç beklemeden birlerini koruma altına alırken, halka da terörist muamelesi yapıyoruz. Bu insanlar adam öldürmedi, hendek kazmadı, askere, polise silah sıkmadı, bomba patlatmadı, canlı bomba olmadı, vandallık yapmadı. Ne istiyorsunuz bir avuç doğasever insandan? Biraz anlayış dedim, günlerdir dertlerini anlatmak, itirazlarını sunmak için randevu talep ederek medenice konuşmak isteyen insanları dinlemeden, yok sayarak üzerlerine yürümek nedendir? Elinde gaz fişeği kapsülüyle "neden" diye soran aksaçlı dedenin isyanı gözümün önünden gitmiyor. Çaldağı'nı, Yırca'yı da unutmadık.
Bu ülkede merkez sağ iktidarlar, yüzlerce, baraj, yol, köprü, havaalanı, endüstri tesisleri, maden işletmeleri, entegre kimya tesisleri daha nicelerini kurdu veya özel sektöre kurdurdu bir gün bile halkla karşı karşıya gelmedi. Birazcık termik santrallerde gürültü koptu, onda da halk dinlendi, talepleri değerlendirildi, tedbirler alındı yola öyle devam edildi.
Elbette ki büyümek için ekonomi de şarttır, elbette madencilik de, sanayicilik de yapılacaktır ama bugünü kurtarmak için çocuklarımızın geleceğini karartacak hamleler yaparsak bu vebalin altından kalkamayız. Doğayı katletmeden de büyümek mümkündür. Kalın sağlıcakla