Oligarşi, siyasetçilerimizin, halk adına hareket ettiklerini sanan, solcusu, sağcısı örgütlerin, STK'ların, sendikaların ağızlarından düşürmedikleri, bir sözcüktür. Hatta devleti idare edenlerin dahi sıkıştıklarında tu kaka ettiği, başarısızlıklarını yüklemeye çalıştıkları bir kesimdir oligarşi. Sayın Cumhurbaşkanı'nın da sık sık bürokratik oligarşiden şikayet ettiği, bu yönde beyanları olduğu da biliniyor. Halk oligarşiyi sevmez, demokrasi taraftarıdır, başkasının güdümünde, boyunduruğu altında olmayı istemez. AKP bunu iyi okumuştur, vesayet rejimini kaldıracağız iddiasıyla ezilmişlerin, dışlanmışların, yetmez ama evetçilerin, baskılanmış dindarların, gerçek niyeti kavrayamayan samimi demokratların oylarını alarak anayasa değişikliğini geçirmiştir. Bu da demokrasinin oligarşiye karşı zaferi gibi görülmüş ya da gösterilmiştir. Ne yazık ki milletçe kandırılmışızdır, FETÖ'nün kendi oligarşisini kurma niyetlerini biz görsek te çoğunluk görememiştir.
Konuyu daha iyi anlamak bakımından oligarşi sözcüğünün sözlük anlamına ve siyaset sosyolojisi içindeki yerine bir bakalım. Türk Dil Kurumuna göre oligarşi siyasi gücün küçük grupların elinde bulunduğu yönetim biçimidir. Bu guruplar Fransız İhtilali öncesi Fransa'da olduğu gibi aristokratlar olabileceği gibi, Sovyet rejiminde polit büro, İran rejiminde mollalar, daha birçok ülkede de maddi gücü elinde bulunduranlar, partiler, açık ya da gizli örgütler, tarikat ve cemaatler veya sivil, asker bürokratlar gibi de tezahür edebilir. Oligarşi her rejim içerisinde hatta demokrasilerde bile kendine yer bulabilir.
Tarihte oligarşiye karşı ilk sivil hareket, Fransız ihtilalidir. Bizim tarihimizdeki en önemli olgu ise 14 Mayıs 1950 seçimlerinde halkın büyük oranda oligarşik yapıya baş kaldırarak Demokrat Partiyi kansız, darbesiz iktidara getirişidir. Hangi siyasi veya ideolojik görüşe sahip olursak olalım 14 Mayıs vakasına bu gözle bakıp, yorumlarımızı da siyaset sosyoloji disiplini çerçevesinde yapmamız gerekiyor.
Osmanlı döneminde Hanedan ve onun başı olan Padişah tek ve mutlak güç olmakla beraber, aynı oligarşik yapı Osmanlı yönetiminde de mevcuttu, yani Padişahın başka ortakları da bulunuyordu. Osmanlı devlet yapısına baktığımızda, İlmiye (Üniversite ve Medrese), Enderun(Bürokrasi) ve Asker gurupları hanedanın en önemli ortaklarıydı. Bu guruplar zaman zaman birbirleriyle çatışsalar ve çelişseler bile ortak çıkarlarda birleşmeyi bilmişler ve devleti oligarşik bir yapıda idare etmişlerdir. Halk ise hiçbir dönem yönetimde söz sahibi olamamıştır, tebaasının hukukunu korumak padişahın görevi kabul edilmiştir.
Birinci ve İkinci Meşrutiyetle birlikte halkın sesi yükselmeye başlamışsa da bu İstanbul ve Rumeli'deki entelektüellerin, fikir adamlarının, Jöntürklerin mücadelelerinden öteye geçememiş neredeyse Anadolu halkının devlet yönetiminde hiçbir katılımı olamamıştır. Milli mücadelede ise ilk kez halkın hürriyet ve bağımsızlık adına yönetime ortak olduğunu görüyoruz. Nitekim 23 Nisan 1920 de kurulan birinci Millet Meclisi doğrudan kendi istikbaline ve yönetimine el koymuştur.
Mustafa Kemal'in en büyük ideali, halkın doğrudan kendi kendini yöneteceği bir devlet düzeni oluşturmaktı. Nitekim bunun ilk adımı da Cumhuriyetin ilanı oldu. Ancak genç Cumhuriyetin kadrolarını oluşturacak yeteri kadar eğitimli insan kaynağına sahip değildi. Bu yüzden Cumhuriyetin kadroları da büyük oranda İstanbul'dan gelen Osmanlının kadrolarına teslim edildi. Mustafa Kemalin gençleri yavaş yavaş yetişiyor ve devlet kadroları içinde yerlerini almaya başlıyorlardı ne var ki eski kuşaklar çoktan kendi oligarşisini oluşturmuştu bile. Bu nedenle Atatürk Cumhuriyetin ardından çok partili demokrasiyi getirebilmeye muvaffak olamamıştır. Kendi iradesiyle kurdurduğu Serbest Fırkanın halkta karşılık bulmasına rağmen kendi, kendini feshetmek zorunda kalması bunun en belirgin örneğidir.
14 Mayıs 1950 de Demokrat Parti oligarşik diktayı devirmiştir, ancak devlet yönetiminden söküp atamamıştır. Nitekim bunun sonucu 27 Mayıs darbesi cereyan etmiştir. Sonrasında her on yılda bir bu durum değişik şekillerde tekrarlanır olmuştur. 15 Temmuz'da halkın yekvücut olarak darbeye karşı direnişi, önceki darbelerin yarattığı olumsuzluklar, demokrasiye olan inancı, oligarşiye olan tepkisi ve hürriyetlerine olan düşkünlüğünün tezahürüdür.
Bana göre bu hafta TBMM'de görüşülmeye başlayan Anayasa değişikliği teklifi, oligarşinin monarşiye evirilme adımıdır. Teklif, TBMM'den 330 oyu bulup geçerse ve referandumdan da geçerse, mutlak güç kendi oligarşisini kurma, atama yetkilerine de sahip olacaktır. Demokrasinin olmazsa olmazı, kuvvetler ayrılığı rafa kalkacaktır, halkın iradesini yansıtan TBMM güçsüzleştirilecek, parlamenter sistemin sonu olacaktır.
Türk milleti, demokrasiye ve hürriyetlerine yürekten bağlıdır. Kutsal saydığı oyunun kıymetini bilir. Aslanköy hadisesini hatırlayınız, oyuna nasıl sahip çıktığını, reyimiz ırzımızdır diyerek oyunu nasıl koruduğunu tekrar düşününüz. Bu millet kendi iradesiyle kutsal saydığı oyunun değerini düşürecek bir anayasaya geçit vermez. Ben böyle düşünüyorum, inşallah meclisteki vekillerimiz de aziz milletimiz de bunun idrakine varırlar. Kalın sağlıcakla.