Bugün 12 Eylül. Türk demokrasi tarihinde kara bir lekenin yıldönümü. Tamı tamına 38 yıl geçmiş. Dönüp geriye baktığımızda demokrasimizin geldiği noktada çok da fazla bir gelişme yok. Hani masalcı teyzelerin anlattığı gibi “az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik; dönüp baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz”. Tek tesellimiz yetkileri budanmış da olsa meclisimiz açık, yerini başka vesayetlere bırakmış da olsa askeri vesayet kalkmış.

O gün 25 yaşlarında, siyah saçlı, zayıf uzun boylu, sırım gibi delikanlıydım. Solda ve sağda vuruşanların aksine mücadelelerin meşru zeminlerde ve demokrasi içinde yapılması gerektiğini savunan, yüzünü batıya dönmüş, sosyal adaletten yana, milli ve manevi değerlerine bağlı, mutedil ve demokrat gençliğin liderlerindendim. Henüz daha birkaç ay önce sokaklara taşan, üç adayın yarıştığı muhteşem bir kongre ile Adalet Partisi Gençlik Kolları Genel Başkanlığı görevimi arkadaşıma devretmiş, gene de istekleri kıramayarak Genel Başkan Vekili olarak görev almıştım. Böylelikle son senemde derslerime daha fazla ağırlık verme fırsatım olmuştu.

O gece biraz dolaşmış gece yarısı eve doğru gidiyordum. O günün çalkantılı ortamında genellikle geceleri ana caddeleri değil kuytu ara sokakları tercih ediyordum. Evimiz Esat Dörtyol’daydı, Kuğulu parktan Güniz sokağa doğru yöneldim, oradan da Esat’a doğru çıkacaktım. Demirel’in evinin önünden geçerken bir hareketlilik vardı, giren çıkan oluyordu ve bütün katların ışıkları ışıl, ışıl yanıyordu. Her zamankinden farklı bir durum olduğunu sezinlemiştim. Dörtyol’a geldiğimde saat gece yarısını geçmişti ve orada da hareketlilik vardı, vızır, vızır araçlar geçiyordu. Halbuki, gece 11 den sonra in cin top oynardı orada, doğrusu bir anlam veremedim bu hareketliliğe. Gece de hayli ilerlediğinden yattım.

Gün ağarmamıştı ki; acı, acı çalan telefona uyandım. Arayan Petkim Genel Müdürü eniştem Orhan Sorguç’tu. Darbeyi haber verdi sakin ve itidalli olmamı öğütledi. Doğrusu uyku sersemi pek de ne olduğunu anlayamamıştım ama balkona çıkıp Dörtyol’da konuşlanmış tankları ve zırhlı araçları görünce aklım başıma geldi. Hemen Manisa’yı annemi aradım, ardından da bir arkadaşımı aradım ama görüşme yarım kaldı, telefonumuz kesilmişti. Adıma kayıtlı olmayan telefon bile tespit edilip kesilince iyice huylanmaya başladım. 27 Mayıs darbesinden alışkındım, henüz 6 yaşındaydım ama tomsonlu askerlerin babamı alıp götürdüklerini dün gibi hatırlıyordum. Ben de babam gibi yaptım, abdest aldım temiz pak giyindim beklemeye başladım. Gelen giden olmadı ama her şeye hazırlıklıydım. Sonradan öğrendim ki; Adalet Partililerden sadece Güneydoğu milletvekillerinden bazılarını Mamak ordu dil okuluna götürmüşler bir müddet sonra da salıvermişler. Merhum Demirel ve Ecevit de eşleriyle beraber Çanakkale Hamzakoy askeri kampına sürgün edilmişler.

Sonraki yaşananlar tam bir trajedi. Bir günde suçlu, suçsuz 650 bin kişi gözaltına alındı. Sorgusuz sualsiz günlerce, haftalarca, hatta aylarca tutuldular, işkence gördüler, hayatları söndü. Birçoğu suçsuz yere yattılar, bazıları hemen yargılanıp infaz edildiler. Hatta yaşı küçük olduğu için infaz edilemeyecek olan Erdal Eren’i doktor raporuyla astılar. Türkiye tam bir travma yaşadı. Kimilerinin davaları ise yıllarca sürdü. Siyasetin dengesi bozuldu. “Bizim çocuklar başardı” diyenlerin dışında kazananı olmadı, Türkiye allak bullak oldu. Acaba darbe için “şartların oluşmasını bekledik” diyen generallerin hiç mi vicdanı yoktu? Onlarca faili meçhul cinayetler olurken, sokaklarda pisipisine gençlerimiz yitirilirken, bombalamalar, kahve taramalar yaşanırken bu generaller neredeydi?

Biz hiçbir zaman çözümü kavgada, silahta aramadık. Hep barıştan yana, demokrasiden yana, hukuktan yana olduk. Darbeci hainlere en güzel cevabı da yine necip milletimiz verdi. Silah zoruyla indirip Hamzakoy’a sürgün ettikleri merhum Demirel 13 yıl sonra Devletin zirvesine Cumhurbaşkanlığı makamına oturdu. Diğer sürgünler, Erbakan ve Ecevit de sırası geldiğinde Başbakanlık makamına oturdular. Darbecilere verilecek en güzel cevap buydu ve halk bu cevabı verdi.

Ne yazık ki; tüm bunlara rağmen siyasetin dengesini bozan, Türkiye’nin çimentosu olan merkez sağı yok etme projesini dış güçlerin yardımıyla devreye sokan darbeciler sonunda emellerine ulaştılar.

12 Eylül darbe yasaları hala duruyor. Siyasetin önündeki engeller, barajlar hala duruyor. Dün önseçim müessesi varken şimdi artık hiçbir işlevi kalmasa bile meclise girmek liderlerin iki dudağının arasında. 

Evet!...Askeri vesayet kısmen de olsa kalmadı, ama başka vesayetler yok mu? 12 Eylül rejiminde Kenan Paşanın sözü kanun yerine geçiyorduysa bugün benzeri yok mu?

12 Eylül üzerinden 38 yıl geçti ama Türk milleti hala demokrasiyi arıyor, hukuku, adaleti arıyor, barışı, huzuru, refahı arıyor. 12 Eylülün tüm izleri de silinmeden bu da çok kolay olmayacak gibi görünüyor ama istemek ve adım atmak başarmanın yarısıdır derler. Biz de o adımı bekliyoruz.

Biz gençliğimizde, gecelerimizde, şölenlerimizde Arif Nihat Asya’nın sözleri ve Yıldırım Gürses’in bestesiyle Fetih marşını söylerdik. “Delikanlım işaret aldığın gün Ata’ndan, yürüyeceksin millet yürüyecek arkandan” diye haykırırdık. Evet! İşaret var, millet de hazır bekliyor, yürüyeceğiz millet de yürüyecek arkamızdan.

Bir tek, 12 Eylül’ün izlerini silmek, siyasette yeniden taşları yerine oturtmak, demokrasiyi, adaleti kalıcı olarak yerleştirtmek, merkez sağı yeniden şaha kaldırmak için önümüze düşecek yiğit arıyoruz.

Kalın sağlıcakla…